24 Aralık 2016 Cumartesi

4. Sanayi Devrimi’nin Eşiğindeyiz

Türkiye olarak kendi içimize kapandığımız, kendi iç kısır tartışmalarımıza gömüldüğümüz son birkaç yılda, dünya yeni bir kavramı ve yeni bir sanayi paradigmasını tartışmaya başladı. Bugün hemen herkes dünyamızın 4. Sanayi Devrimi’nin eşiğinde olduğu konusunda hemfikir.

21 Aralık 2016 Çarşamba

Rüzgara karşı gelme, onunla dans et...

Olsun istersin...

Hatta olsun diye yapılması gerekenden daha da fazla üstlenirsin.

Aşktır; değer verirsin, ödün verirsin, sevgiden de öte saygı gösterirsin, olmayacak kaç şey varsa bir araya bile getirirsin...

Bakarsın, ne anlattığını anlayabilmiş, ne de çözüm için bir şeyler yapma gayretinde...

İştir; sabahlarsın, “olsun” diye ailenden çaldığın zamanı oraya verirsin...

Dosttur; hayatta kimseyi dinlemediğin kadar dinler, kendine ayırmadığın onca şeyi ona ayırmaya çalışırsın...

Sonra olayın içinden kendini çıkartır şöyle karşıdan yaptıklarına bir bakarsın...

Bakarsın ki her şey başladığın gibi!

Olmuyorsa, olmuyordur!

Gönlün rahat mı?

Elinden geleni yaptın mı?

Cidden olmuyorsa zorlamayacaksın...

"Olmuyorsa zorlamayacaksın..." diyor Can Yücel bu güzel şiirinde. Hep isteriz, hep bekleriz de olmayınca ya daha da ısrarla, kendimize, çevremize zarar verecek şekilde ısrar ederiz, ya da küsüp gideriz... Ah, akışa bırakmayı bir bilebilsek. İşte belki de, o zaman olacak istediğimiz herşey...

Bakın denizcilere ait eski bir söz ne diyor;

"Rüzgara karşı gelme, onunla dans et..."Dans etmek yani ritmine, akışına ayak uydurabilmek... Olmayınca, 'olmuyorsa zorlamayacağım' demek... Kolay gözüksede yapması en zor şeylerden biridir bu insanoğlu için ama yapabilene ne büyük mutluluk, ne büyük meziyet ve sonunda ne büyük ziyafettir, öyle değil mi?

15 Aralık 2016 Perşembe

Senin elinde evlat, her şey senin elinde!

Bir adamın çok zeki iki kız çocuğu varmış. Çocuklar çok meraklı oldukları için durmadan ve bıkmadan devamlı babalarına soru sorarlarmış. Babaları da mümkün olduğunca soruları cevaplamaya çalışırmış. Belli bir zaman sonra devamlı soru bombardımanına tutulan baba, meraklı çocuklarını her soruya doğru cevap verebilecek kendinden daha bilgili birinin yanına göndermeye karar vermiş. Yaptığı araştırma sonucunda, bir dağın tepesinde yaşayan bilge bir adamın bu konuda kendisine yardımcı olabilecek en uygun kişi olduğunu öğrenmiş ve çocuklarını yaz tatilinde bu bilgenin yanına göndermiş.

Çocuklar çok kısa zamanda bilge adama ve onun ormandaki evine alışmışlar. Akşama kadar kırlarda oynuyorlar, akşam da güneşin batışını hep birlikte izliyorlar ve bilge adamın sohbetlerini dinliyorlarmış. gün boyu bilge adama akıllarına gelen bin bir çeşit soruyu soruyor Bilge adam da, sordukları bütün sorulara doğru cevap veriyormuş. Bir süre geçtikten sonra çocukların canı sıkılmaya başlamış ve küçük çocuğun aklına bir oyun gelmiş.

Ablasına “Bilge adam bizim sorduğumuz bütün sorulara  cevap veriyor. Onun bilemeyeceği bir soru soracağım.” demiş. Ablası “Ne soracaksın?” dediğinde küçük kız bir kelebek yakalamış ve iki parmağının arasına almış. “İşte bunu soracağım: Bu kelebeği gösterip bilge adama ‘Bu ölü mü, yaşıyor mu?’ diye soracağım. ‘Ölü’ derse, bırakacağım uçacak, ‘Canlı’ derse bastıracağım ölecek” demiş. Birlikte bilge adamın yanına gitmişler ve sorusunu yöneltmiş. “Elimdeki kelebek ölü mü yoksa canlı mı?”

Bilge adam cevap vermeden önce uzun süre kızın gözlerine bakmış ve gülümseyerek yanıtlamış: "Senin elinde evlat, her şey senin elinde!"

***

Hayattan mucizeler beklemeyin, çünkü o mucizeleri hayat bizden bekliyor. Unutmayın  her şey bizimle başlıyor ve bizimle bitiyor. Hayata ilk gülümsemeyi siz verin, hayat da size en güzel kahkahaları ile geri dönsün...

13 Aralık 2016 Salı

Daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerekir!

“Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemencecik karşılık verdi:

'Deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar!'

'Neden denizciler böyle çok ağlar ki?'

Çocuk yine beklemeden yanıtladı: 'Çünkü, yolculukları bitmez, onun için ağlarlar ve mendillerini hep direklere asıp kuruturlar!'

Gene sordum: 'Ya peki niçin insanlar üzgün olunca ağlar?'

'Çünkü, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerekir!' "

August Strindberg “Düş Oyunu” adlı eserinde yer verdiği bu diyalog bir çocuğun gözünden ne de anlamlı anlatıyor insanı ve hayatı değil mi? Acaba hep çocuk mu kalsaydık? O zaman muhtemelen dünya bambaşka bir yer olurdu! Binlerce kişisel gelişim kitapları yazılıyor her gün hayatı anlamak için... İnsan tarihi kadar geçmişi olan felsefeler var, her gün de yenileri ekleniyor... Siyasetçisi, toplum bilimcisi, psikologlar her gün yeni görüşlerle insanın hayattaki duruşu, mutluluğu, olması gerektiği durumu için yorumlar, bilgiler paylaşıyor ama aslında bu kadar araştırmaya ya da dağılmaya ne gerek var ki? Sorunun yani insanın büyüdükçe bozulup da hayatta bir oradan bir oraya çalkalanmasına çözüm aslında yanı başımızda; Bir çocuğun, koskoca yüreğinde, zihninde, bozulmamış, egosuz, önyargısız kişiliğinde ve sevgi dolu bağışlayıcı gözlerinde!

Tıpkı Paulo Coelho'nun şu sözünde dediği gibi:

"Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır; Nedensiz yere mutlu olmak… Her zaman meşgul olabilecek bir uğraş bulmak... Elde etmek istediği şey için var gücüyle savaşmak"

3 Aralık 2016 Cumartesi

Nefes almak, Sevmek, Dokunmak

Fazıl Say'ın bir orkestra şefi dostu, Dünyaca ünlü orkestra şeflerinden Carlos Kleiber'den bir hafta özel ders alma imkanı bulur. Kleiber her yıl, bir haftalığına yalnızca bir öğrenciyi kabul etmekte ve Viyana'daki evinde öğrenciye Master Class dersleri vermektedir. Bu şans Fazıl Say'ın dostuna gülmüştür.

Ve beklenen gün gelir. Fazıl Say'ın dostu yani Çırak heyecanla ilk dersi bekler, biraraya gelirler. Usta, yani Carlos Kleiber, ilk işi çırağını evinin bahçesine çağırır ve ona "Şu tohumu buraya göm" der. Çırak tohumu ustasının dediği yere gömer. "Şimdi üfle" der Kleiber. Çırak şaşırarak: "Nasıl yani? Üfleyeyim mi?" der.

"Evet, evet; derin nefes alıp verişlerle üfle ve daha derinden üfle. Bütün vücudundan geçen oksijeni ver toprağa." diye cevaplar Kleiber. Çırak, 1 saat kadar üfler derin derin toprağa. Ardından Kleiber: "Şimdi sev onu"der. Çırak yine şaşırır, "Nasıl yani, seveyim mi". “Evet” der Klieber, “bak böyle sevgiyle okşa onu” Şaşkın çırak, 2 saat kadar üstündeki toprağından okşar tohumu…

Sonra mı ne olur? O ilk gün müzik adına tek kelime konuşulmadan geçer.

İkinci, üçüncü, dördüncü günde aynı şekilde geçer. Çırak her sabah, tohumun gömülü olduğu toprağın başında, derin nefes alıp vererek üfler saatlerce. Toprağı sever, okşar...

Ustası da onu büyük dikkatle izler...

Tek bir nota sayfası bile açılmadan, müzik üzerine tek kelime bile konuşulmadan bir hafta geçer...

Ve son güne gelinir...

Bir filiz başverir topraktan, incecik..

Kleiber'in gözleri parlar. "Aferin" der mutlulukla çırağına,"Çok iyi bir müzisyen olacaksın sen. Ders bitti, artık gidebilirsin." Çırak şaşkındır. Evet çünkü ders gerçekten bitmiştir.

Kleiber'in çırağı yani Fazıl Say’ın dostu, bu anısını anlattıktan sonra, sözlerini şöyle bitirir: "Hiç müzik çalışmamıştık birlikte. Ama o 1 haftanın sonunda çok iyi bir müzisyen olduğumu ve değiştiğimi fark ettim. Nefes alarak,
Severek, Dokunarak...”

Fazıl Say'ın "Yalnızlık Kederi" adlı kitabında bir dostunun anısı olarak kaleme aldığı "Usta ve Çırak" adlı hikayesinden sonra sizler de bir bakar mısınız hayatınıza; o koca koca ağaçlarınız nasıl oldu? Ya peki bazı topraklarınız neden kurak kaldı? Bu sorgulamanın sonunda eminim siz de aynı şeyleri fark edeceksiniz; nerede Aşk ile nefes aldıysanız, ne zaman severek yürüdüyseniz ve neye emeğinizle dokunduysanız oralar sizin yemyeşil, bereketli ormanınız oldu. Öyleyse gelin şimdide geriye bird aha dönüp bakalım ama bu sefer o kurak kalan toprakları Nefes alarak, Severek, Dokunarak, Aşk ile nasıl bereketli topraklara ve yemyeşil bir ormana çevireceğimizi birlikte düşünelim mi?

Önerilen Popüler Yazılar