19 Nisan 2020 Pazar

Küresel Salgın Krizi, Yaşam ve Sürdürülebilirlik

Malum, uzunca zamandır bir numaralı küresel gündemimiz koronavirüs; tüm dünya olarak yüksek tempoda ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Alınan önlemlerin kapsamı, İtalya gibi bir ülkenin baştan aşağı karantina altına alınmasına kadar vardırıldı.

Önümüzdeki günlerde başka ülkelerin de bunu takip etmesi sürpriz olmaz. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO); COVID-19 virüsünün sebebiyet verdiği üst solunum yolu rahatsızlığını “evrensel salgın” olarak nitelendirmesinin, konunun ciddiyeti konusundaki en ufak şüphe kırıntılarını bile giderdiğini söyleyebiliriz.

Yaşanan bu duruma, profesyonel ve gündelik hayat açısından baktığımızda küresel bir kriz tanımlaması getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Korona virüsün ortaya çıktığı Aralık 2019 tarihinden itibaren, küresel ekonominin ve ticaretin hızla ivmelenen bir tempoyla olumsuz etkilendiğini görüyoruz. Ve ne büyüklükte bir faturayla karşılaşacağımızı henüz net olarak hesaplayamıyoruz.

Konunun ülkeler arası ticarete, ulaşıma ve lojistik alana yansıması, özellikle toplumsal psikoloji açısından tırmanan panik durumu –insanoğlunun “yeni” karşısındaki birincil refleksi korku, çekinme ve sakınma oluyor, temel hayati malzemelerin tedarikinde bile ne kadar kırılgan sistemlere sahip olduğumuzu gösterdi. Çünkü yayılımın önünü almak için ortaya konan tedbirler, seyahat ve hareket serbestisine zorunlu ve gerekli kısıtlar getirdi. Şu an belirli sayıda ülkeye seyahat tamamen durmuş durumda. Fuar, festival, spor müsabakaları gibi ciddi katılımın olduğu etkinliklerin iptali de en öncelikli önlemler arasında. Fakat tam da bu noktada konuya farklı bakış açılarıyla yaklaşmanın bize birtakım somut açılımlar sunabileceğini düşünmeye başladım. Bu durum, farklı olasılıkları hayata geçirme konusunda hepimiz için zoraki bir motivasyon kaynağı oldu.

İnsanlık olarak dijital dönüşümde ve genel anlamda teknolojide geldiğimiz noktayla övünmeyi seviyoruz. Hatta bunu yeni bir sanayi devrimi olarak tanımlıyoruz. Özelde iletişim teknolojilerinde ise belki atalarımızın tahayyül edemeyeceği çeşitlilikte olanaklara ve araçlara sahibiz. Hologram gibi kişilerin fiziksel varlığının bile ‘somut’ temsil edilebildiği uzaktan ve anında erişim teknolojileri bir lüks olmanın ötesine geçti. Örneğin kurumların fiziki olarak yapılan toplantılarının planlamadan lojistiğe, etkinlik yönetiminden toplantı çıktılarına birçok kalemde ciddi bir iş yükü ve mali operasyonu gerektirdiğini söylememe gerek var mı? Peki; bu son krize kadar neden bu toplantıyı geleneksel yöntemlerle sürdürme konusunda ısrarcı olduk?

Aynı zamanda mevcut işlerimizi yürütmek için neden illa geniş fiziksel hacme sahip alanlara ve bunun beraberinde getirdiği yüksek maliyet kalemlerine ihtiyaç hissediyoruz? Bazen bir diz üstü bilgisayar ya da akıllı telefonun bile yeterli olduğu durumlarda neden daha fazlasına gerek duyuyoruz? Bu teknolojileri neden daha etkin kullanmanın aksi yönünde bir inadı neden sergiliyoruz, harekete geçmek için illaki bir krize ihtiyacımız mı var; bunların kendimize ve kurumlara yöneltmemiz gereken esaslı sorular olduğunu düşünüyorum.

Bundan belki çok daha önemli bir konu ise gezegenimizin geleceğine dair bir mesele. Sürdürülebilirlik konusunda temel kaygılarımızdan birinin iklim değişikliği olduğu muhakkak. Bu yönde atılan adımların ne derece önleyici olduğu ise şüpheli.
Salgının çıkış yeri ve hala en büyük oranda etkilenen bölgesi olan Çin’e baktığımızda, alınan önlemlerin etkisiyle üretim faaliyetlerinde yaşanan planlı kısıtlamanın zehirli gaz salınımını ciddi oranlarda düşürdüğünü görüyoruz. Çekilen uydu fotoğrafları, atmosferdeki azot oksit gibi atıklarının oranının 1 ay gibi kısa bir sürede en az yüzde 10 ve 30 arasında azaldığını gösteriyor. Yani daha az zararlı çıktı ile sonuçlanan, daha az enerji sarf edilen üretim şekillerini hayata geçirebileceğimize inanıyorduk, şimdi ise bunun gerçekleşmesinin mümkün olduğunu görmeye başladık.

Küresel ticaretin ve üretimin bu denli radikal ölçüde gerilemesinin kuşkusuz bir maliyeti olacak; ama beraberinde tasarruf anlamında da ciddi kazanımlar elde etmek mümkün olacak. Ne yazık ki; gezegenin iyileşmesi konusunda pozitif etki doğuracak gelişmenin bir “kriz” olması gerekti. İnsanların hayatını kaybettiği, belli açılardan temel gereksinimlerin karşılanmasının bile zora düşebileceği bir krize ihtiyaç duymadan da bu adımları atabilmeyi öğrenmemiz gerekir.

Fakat adını koymamız gerekirse şu an bir krizle baş başayız ve kriz yönetimi açısından önemli bir süreçten geçiyoruz. Geçtiğimiz haftalarda üzerinde konuştuğumuz konu başlıkları, Covid-19 nedeniyle geri planda kaldı. Var olan sorunlar çözülmeyi beklerken, önceliklerimiz doğal olarak değişiyor. Covid-19 virüsünün kendisine dair hiçbir yorum yapmayı düşünmüyorum; zira bu işi konunun uzmanlarına bırakmak en doğru yol olacak. İnsanlar, şüphesiz iyi niyetle eriştikleri pek çok bilgiyi – ve çoğu zaman doğruluğundan emin olarak veya olmayarak – sosyal medya ve dijital kanallar aracılığıyla yakın çevresiyle paylaşıyor. Burada doğruluğundan emin olduğumuz, geçerliliğini ve gerçekliğini teyit ettiğimiz bilgileri paylaşmanın önemine bir kez daha vurgu yapmak istiyorum. İyilik yapmak isterken aksinden kaçınmak çok önemli. İşte tam bu noktada sorumlu iletişim devreye girmeli.

Tüm dünyada yeni telaffuz edilmeye başlanan bir kavram ortaya çıktı: De-socialization; yani toplumsallıktan, kalabalıktan kaçınma. Bunun etkilerini iyi anlamamız gerekiyor. Ürkütücü gelebilir ama sanki her birimiz birer Covid-19 taşıyıcısıymışız gibi meseleyi buradan ele almak ve sorunu buradan itibaren çözmeye başlamak lazım. Dünya halkı olarak pek çok krizden geçtik. Zaferler elde ettik. Bunun da üstesinden geleceğiz ve hep birlikte başaracağız.

Kriz yönetimi konusunda karar alıcı kurum ve aktörlerin iletişim hızının belirleyici olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Bu durumun, sürdürülebilirlik konusunda sözde değil özde önlemlerin alınması konusunda teşvik edici olmasını beklemeliyiz; çünkü disiplinle hayata geçirilecek yapıcı hamlelerin son derece hızlı iyileşme sağlayabileceğine bir kez şahit olduk; yeter ki bu dönüşüme inanalım. Ve her şeyden önemlisi tekil kurtuluşların yerine bölgesel ve küresel iş birliğinin çok daha etkili ve sonuç alıcı olduğuna güven duyalım.

Önerilen Popüler Yazılar