
Bir yılın kapanışı çoğu zaman yakınmaları da beraberinde getirir – üstelik bu yakınmaların çoğunluğu haksız da sayılmaz. Her dönemin kendine özgü yükleri vardır ve bizim çağımız da bunun bir istisnası değil. Hayat, bireysel ve kolektif düzeyde, kesintisiz bir sorun çözme sürecidir. Sırf takvim yaprakları değişti diye sorunlar ortadan kalkmaz; zaten çoğu da bir anda çözülmez.
Aşağıda paylaştıklarım, gerçeklerden bihaber bir iyimserliğin ürünü değil. Ekonomik baskıların arttığı, politik kutuplaşmanın derinleştiği; Ukrayna’daki savaştan Gazze’de yaşanan insanlık trajedisine kadar acının son derece somut ve yakıcı olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu gerçekler ne olması gerekenden fazla iyimserlikle ne de teknolojik ilerlemeyle yumuşatılabilir – ve zaten yumuşatılmamalıdır.
Aynı zamanda, düşünmenin sadece krizle sınırlı kalması durumunda felç olma riski taşıdığına da inanıyorum. Bu, zorluklardan gözleri kaçırma çabası değil, onlarla birlikte bakma çabasıdır; insanlar çözülmemiş sorunların yükünü taşırken nasıl uyum sağlamaya, inşa etmeye ve çözüm aramaya devam ettiklerini incelemektir. Problem çözme, her sorunun hızlı bir şekilde çözülmesi anlamına gelmez, hatta hiç çözülmemesi anlamına da gelmez. Durgunluğu kader olarak kabul etmeyi reddetmek anlamına gelir.
Bu perspektiften bakıldığında, 2025 daha yakından incelenmeyi hak ediyor.
Yapay zekâyı yıllardır biliyor olsak da, benim için 2025 onun gündelik hayata gerçek anlamda giriş yaptığı yıl oldu. Yapay zekâ vaatten pratiğe geçti. ChatGPT gibi araçlar artık niş teknolojiler olmaktan çıktı; profesyonel yaşamın doğal bir parçası haline geldi.
Küçük ama dikkat çekici bir detay özellikle ilgimi çekti: İş yazışmaları, kariyerimin ilk yıllarında hatırladığım dile benzemeye başladı – iyi kurgulanmış, net ve büyük ölçüde dil hatalarından arınmış metinler. Önemsiz gibi görünebilir; ancak benim için bu, iletişimde berraklığa ve düşünsel özenin geri dönüşüne dair güçlü bir işaretti.
Daha da önemlisi, yapay zekâ zamanı sıkıştırdı. Tıpta geliştirme süreçleri kısaldı; karmaşık verilerin analizi olağanüstü bir hız kazandı. Devasa veri setlerini saniyeler içinde işleyip ilişkilendirebilme yeteneği, yalnızca daha hızlı çalışmak değil, gerçekliği daha derinlikli kavramak anlamına geliyor – bu, anlayışımızda niteliksel bir sıçrama.
Mesleğimde geçirdiğim yıllar da dahil olmak üzere kendi mesleki deneyimlerimden, dijital dünyayı ve gerçek dünyayı birbirine bağlamanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. Teknoloji, ancak fiziksel altyapı, endüstri, sağlık hizmetleri ve insanların günlük ihtiyaçlarına dayandığında anlam kazanır. Önümüzdeki asıl zorluk dijitalleşme değil, dijitalleşmenin gerçeklikten kopmadan, onunla bağlantılı kalmasını sağlamaktır.
Tüm bu zorlu küresel koşullara rağmen, 2025’te insan direncinin kaybolmadığına inanıyorum. Sesler yükselmeye devam etti – belki her zaman yeterince güçlü değildi, ama susturulamadı. Sürdürülebilirlik, sorumluluk ve insan onuru; insanlar bunları gündemde tutmakta ısrar ettiği için varlığını korudu. İlerleme yavaş hissettirdiğinde bile, bu ısrarın kendisi anlamlıydı. Bana kolektif vicdanın hâlâ hayatta olduğunu hatırlattı.
Liderlik açısından ise 2025, bir süredir sezdiğimiz başka bir gerçeği daha pekiştirdi: Liderlik artık tekil bir eylem değil. Kolektif bir sürece dönüştü. Yüksek teknolojili bir dünyada en iyi sonuçlar, yalnız başına parlayanlardan değil; birbirine bağlı olanlardan, birbirini anlayanlardan ve bütünü parçalardan ayrı değil, birlikte değerlendirebilenlerden geliyor.
Bunu en net biçimde genç kuşakta gözlemliyorum. Ağların ve ortak aklın gücünü sezgisel olarak kullanıyorlar. Amaçla hizalandığında, bu kolektif kapasite bireysel çabanın çok ötesine geçiyor. Bunun, gelecekte nasıl liderlik edeceğimizi, nasıl iş birliği kuracağımızı ve nasıl karar alacağımızı belirleyeceğine inanıyorum.
2026’ya bakarken umudum sağlam bir zemine dayanıyor – bu bir temenni değil, geleceğin hâlâ açık olduğuna dair bilinçli bir inanç. Evet, zorluklar gerçek. Ama tarihsel bağlamda baktığımda, bugün sahip olduğumuz fırsat çeşitliliğine hiçbir dönemde bu kadar yakın olmadığımızı düşünüyorum.
Bence asıl anahtar korkmamak – ne yenilikten ne de içinde yaşadığımız andan. Günümüz kaygısının büyük kısmı yalnızca gelecekten değil, bugünün kendisinden kaynaklanıyor. Değişimin hızı, kesintisiz bilgi akışı ve çözümsüz gibi duran krizlerin ağırlığı, “şimdi”yi pek çok insan için huzursuz edici kılıyor.
Liderlikte ve karar alma süreçlerinde bu korku; tereddüt, kısa vadeli düşünme ya da alışıldık kalıplara sığınma olarak ortaya çıkıyor. Oysa korku, her zaman ilerlemenin en büyük düşmanı olmuştur. Bugün yalnızca bir tehdit olarak algılandığında, düşüncenin yerini refleks alır. Eğer inkâr etmeden, ama cesaretle anda kalabilir; yeniliğe merak, sorumluluk ve ortak bir amaç duygusuyla yaklaşabilirsek, önümüzdeki yıl bir devamdan fazlası olabilir. İnsanlığın kendini ve geleceğe dair sorumluluğunu yeniden tanımladığı bir adım haline gelebilir.