24 Aralık 2016 Cumartesi

4. Sanayi Devrimi’nin Eşiğindeyiz

Türkiye olarak kendi içimize kapandığımız, kendi iç kısır tartışmalarımıza gömüldüğümüz son birkaç yılda, dünya yeni bir kavramı ve yeni bir sanayi paradigmasını tartışmaya başladı. Bugün hemen herkes dünyamızın 4. Sanayi Devrimi’nin eşiğinde olduğu konusunda hemfikir.

21 Aralık 2016 Çarşamba

Rüzgara karşı gelme, onunla dans et...

Olsun istersin...

Hatta olsun diye yapılması gerekenden daha da fazla üstlenirsin.

Aşktır; değer verirsin, ödün verirsin, sevgiden de öte saygı gösterirsin, olmayacak kaç şey varsa bir araya bile getirirsin...

Bakarsın, ne anlattığını anlayabilmiş, ne de çözüm için bir şeyler yapma gayretinde...

İştir; sabahlarsın, “olsun” diye ailenden çaldığın zamanı oraya verirsin...

Dosttur; hayatta kimseyi dinlemediğin kadar dinler, kendine ayırmadığın onca şeyi ona ayırmaya çalışırsın...

Sonra olayın içinden kendini çıkartır şöyle karşıdan yaptıklarına bir bakarsın...

Bakarsın ki her şey başladığın gibi!

Olmuyorsa, olmuyordur!

Gönlün rahat mı?

Elinden geleni yaptın mı?

Cidden olmuyorsa zorlamayacaksın...

"Olmuyorsa zorlamayacaksın..." diyor Can Yücel bu güzel şiirinde. Hep isteriz, hep bekleriz de olmayınca ya daha da ısrarla, kendimize, çevremize zarar verecek şekilde ısrar ederiz, ya da küsüp gideriz... Ah, akışa bırakmayı bir bilebilsek. İşte belki de, o zaman olacak istediğimiz herşey...

Bakın denizcilere ait eski bir söz ne diyor;

"Rüzgara karşı gelme, onunla dans et..."Dans etmek yani ritmine, akışına ayak uydurabilmek... Olmayınca, 'olmuyorsa zorlamayacağım' demek... Kolay gözüksede yapması en zor şeylerden biridir bu insanoğlu için ama yapabilene ne büyük mutluluk, ne büyük meziyet ve sonunda ne büyük ziyafettir, öyle değil mi?

15 Aralık 2016 Perşembe

Senin elinde evlat, her şey senin elinde!

Bir adamın çok zeki iki kız çocuğu varmış. Çocuklar çok meraklı oldukları için durmadan ve bıkmadan devamlı babalarına soru sorarlarmış. Babaları da mümkün olduğunca soruları cevaplamaya çalışırmış. Belli bir zaman sonra devamlı soru bombardımanına tutulan baba, meraklı çocuklarını her soruya doğru cevap verebilecek kendinden daha bilgili birinin yanına göndermeye karar vermiş. Yaptığı araştırma sonucunda, bir dağın tepesinde yaşayan bilge bir adamın bu konuda kendisine yardımcı olabilecek en uygun kişi olduğunu öğrenmiş ve çocuklarını yaz tatilinde bu bilgenin yanına göndermiş.

Çocuklar çok kısa zamanda bilge adama ve onun ormandaki evine alışmışlar. Akşama kadar kırlarda oynuyorlar, akşam da güneşin batışını hep birlikte izliyorlar ve bilge adamın sohbetlerini dinliyorlarmış. gün boyu bilge adama akıllarına gelen bin bir çeşit soruyu soruyor Bilge adam da, sordukları bütün sorulara doğru cevap veriyormuş. Bir süre geçtikten sonra çocukların canı sıkılmaya başlamış ve küçük çocuğun aklına bir oyun gelmiş.

Ablasına “Bilge adam bizim sorduğumuz bütün sorulara  cevap veriyor. Onun bilemeyeceği bir soru soracağım.” demiş. Ablası “Ne soracaksın?” dediğinde küçük kız bir kelebek yakalamış ve iki parmağının arasına almış. “İşte bunu soracağım: Bu kelebeği gösterip bilge adama ‘Bu ölü mü, yaşıyor mu?’ diye soracağım. ‘Ölü’ derse, bırakacağım uçacak, ‘Canlı’ derse bastıracağım ölecek” demiş. Birlikte bilge adamın yanına gitmişler ve sorusunu yöneltmiş. “Elimdeki kelebek ölü mü yoksa canlı mı?”

Bilge adam cevap vermeden önce uzun süre kızın gözlerine bakmış ve gülümseyerek yanıtlamış: "Senin elinde evlat, her şey senin elinde!"

***

Hayattan mucizeler beklemeyin, çünkü o mucizeleri hayat bizden bekliyor. Unutmayın  her şey bizimle başlıyor ve bizimle bitiyor. Hayata ilk gülümsemeyi siz verin, hayat da size en güzel kahkahaları ile geri dönsün...

13 Aralık 2016 Salı

Daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerekir!

“Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemencecik karşılık verdi:

'Deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar!'

'Neden denizciler böyle çok ağlar ki?'

Çocuk yine beklemeden yanıtladı: 'Çünkü, yolculukları bitmez, onun için ağlarlar ve mendillerini hep direklere asıp kuruturlar!'

Gene sordum: 'Ya peki niçin insanlar üzgün olunca ağlar?'

'Çünkü, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerekir!' "

August Strindberg “Düş Oyunu” adlı eserinde yer verdiği bu diyalog bir çocuğun gözünden ne de anlamlı anlatıyor insanı ve hayatı değil mi? Acaba hep çocuk mu kalsaydık? O zaman muhtemelen dünya bambaşka bir yer olurdu! Binlerce kişisel gelişim kitapları yazılıyor her gün hayatı anlamak için... İnsan tarihi kadar geçmişi olan felsefeler var, her gün de yenileri ekleniyor... Siyasetçisi, toplum bilimcisi, psikologlar her gün yeni görüşlerle insanın hayattaki duruşu, mutluluğu, olması gerektiği durumu için yorumlar, bilgiler paylaşıyor ama aslında bu kadar araştırmaya ya da dağılmaya ne gerek var ki? Sorunun yani insanın büyüdükçe bozulup da hayatta bir oradan bir oraya çalkalanmasına çözüm aslında yanı başımızda; Bir çocuğun, koskoca yüreğinde, zihninde, bozulmamış, egosuz, önyargısız kişiliğinde ve sevgi dolu bağışlayıcı gözlerinde!

Tıpkı Paulo Coelho'nun şu sözünde dediği gibi:

"Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın. Çünkü bir çocuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır; Nedensiz yere mutlu olmak… Her zaman meşgul olabilecek bir uğraş bulmak... Elde etmek istediği şey için var gücüyle savaşmak"

3 Aralık 2016 Cumartesi

Nefes almak, Sevmek, Dokunmak

Fazıl Say'ın bir orkestra şefi dostu, Dünyaca ünlü orkestra şeflerinden Carlos Kleiber'den bir hafta özel ders alma imkanı bulur. Kleiber her yıl, bir haftalığına yalnızca bir öğrenciyi kabul etmekte ve Viyana'daki evinde öğrenciye Master Class dersleri vermektedir. Bu şans Fazıl Say'ın dostuna gülmüştür.

Ve beklenen gün gelir. Fazıl Say'ın dostu yani Çırak heyecanla ilk dersi bekler, biraraya gelirler. Usta, yani Carlos Kleiber, ilk işi çırağını evinin bahçesine çağırır ve ona "Şu tohumu buraya göm" der. Çırak tohumu ustasının dediği yere gömer. "Şimdi üfle" der Kleiber. Çırak şaşırarak: "Nasıl yani? Üfleyeyim mi?" der.

"Evet, evet; derin nefes alıp verişlerle üfle ve daha derinden üfle. Bütün vücudundan geçen oksijeni ver toprağa." diye cevaplar Kleiber. Çırak, 1 saat kadar üfler derin derin toprağa. Ardından Kleiber: "Şimdi sev onu"der. Çırak yine şaşırır, "Nasıl yani, seveyim mi". “Evet” der Klieber, “bak böyle sevgiyle okşa onu” Şaşkın çırak, 2 saat kadar üstündeki toprağından okşar tohumu…

Sonra mı ne olur? O ilk gün müzik adına tek kelime konuşulmadan geçer.

İkinci, üçüncü, dördüncü günde aynı şekilde geçer. Çırak her sabah, tohumun gömülü olduğu toprağın başında, derin nefes alıp vererek üfler saatlerce. Toprağı sever, okşar...

Ustası da onu büyük dikkatle izler...

Tek bir nota sayfası bile açılmadan, müzik üzerine tek kelime bile konuşulmadan bir hafta geçer...

Ve son güne gelinir...

Bir filiz başverir topraktan, incecik..

Kleiber'in gözleri parlar. "Aferin" der mutlulukla çırağına,"Çok iyi bir müzisyen olacaksın sen. Ders bitti, artık gidebilirsin." Çırak şaşkındır. Evet çünkü ders gerçekten bitmiştir.

Kleiber'in çırağı yani Fazıl Say’ın dostu, bu anısını anlattıktan sonra, sözlerini şöyle bitirir: "Hiç müzik çalışmamıştık birlikte. Ama o 1 haftanın sonunda çok iyi bir müzisyen olduğumu ve değiştiğimi fark ettim. Nefes alarak,
Severek, Dokunarak...”

Fazıl Say'ın "Yalnızlık Kederi" adlı kitabında bir dostunun anısı olarak kaleme aldığı "Usta ve Çırak" adlı hikayesinden sonra sizler de bir bakar mısınız hayatınıza; o koca koca ağaçlarınız nasıl oldu? Ya peki bazı topraklarınız neden kurak kaldı? Bu sorgulamanın sonunda eminim siz de aynı şeyleri fark edeceksiniz; nerede Aşk ile nefes aldıysanız, ne zaman severek yürüdüyseniz ve neye emeğinizle dokunduysanız oralar sizin yemyeşil, bereketli ormanınız oldu. Öyleyse gelin şimdide geriye bird aha dönüp bakalım ama bu sefer o kurak kalan toprakları Nefes alarak, Severek, Dokunarak, Aşk ile nasıl bereketli topraklara ve yemyeşil bir ormana çevireceğimizi birlikte düşünelim mi?

28 Kasım 2016 Pazartesi

Acının ilacı sevgi ile gülümsemektir...

Yüreklerimizin acı ile yandığı şu günlerde, gülmeyi ve gülümsemeyi unuttuk maalesef. Halbuki insanoğlu ancak güldüğünde, mutlu olduğunda, yüreğinde sevgiyi barındırdığında daha güzel, barış dolu günler yaratabilir kendine. Bakın, 1979 yılı, yönetmenliğini Mark Zakharov'un yaptığı, izleyeni kah düşündüren, kah güldüren, anlamlı sözleri ile insanı içine döndüren komedi filmi "Tot Samy Munchausen" da nasıl bir replik geçer:

"Korkmayın, gülümseyin beyler! Gülümseyen bir yüz ciddiyetin işareti değildir. Dünyada tüm aptallıklar ciddi bir yüz ifadesi ile yapılmıştır. O yüzden korkmayın, gülümseyin beyler, gülümseyin!"

Bu replik aslında hayatın da bir gerçeği değil mi? Ne kavgalar gülümseyerek çıkmıştır, ne de insanı üzüntüye sürükleyen olaylar. Çünkü gerçek anlamda gülümseme sadece 17 adet yüz kasının çalışması değil, ruhun, yüreğin katılımı ile içten yaşanan ve paylaşılan bir duygu halidir ve çok sağlıklıdır. Mizahın iyileştirici gücü kitabında Allen Klein:

“Gülümseme, sahte bile olsa, kendinizi kötü hissettiğinizde hem enerjinizi artırarak hem de insanlarla ilişki kurmanızı sağlayarak moralinizi düzeltir. Gülümseme, vereni fakirleştirmez. Hem vereni, hem de alanı zenginleştirir. Bir dakikalık bir gülümsemenin etkisi ise ömür boyu sürer!"

Çirkinlik, güzelliğin elbisesini giyerse...

Gerçek anlamda güzellik ve çirkinlik nedir? Neye, kime göredir? Ya da olan sadece  görünen midir... Ne çok soru var değil mi… Peki acaba cevabı nerede gizli?

Gelin Halil Cibran’a kulak verelim belki de aradığımız cevap onda gizli;

“Bir gün, güzellik ve çirkinlik bir deniz kıyısında karşılaştılar ve dediler, 'haydi denize girelim.' Giysilerini çıkartıp suda yüzdüler. Bir süre sonra, çirkinlik kıyıya dönüp, güzelliğin giysilerine büründü ve yoluna gitti. Güzellik de denizden çıktı, kendi giysilerini bulamadı; ama çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz çirkinliğin... giysilerine büründü ve yoluna devam etti güzellik. O gün bugündür, erkekler ve kadınlar onları birbirine karıştırır. Ancak içlerinden güzelliğin yüzünü önceden görmüş kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu. Ve yine çirkinliğin yüzünü bilen kimileri vardır ki, gözlerinden tanırlar çirkinliği...”

Halbuki ne de çabuk anladığını zanneder insanoğlu tek bir bakışla, gözünün gördüğü ile. Ve hemen yapıştırıverir bir sıfatı, gözü o na ne der ise… Bir tek göz mü vardır görmeye ya da ötesi için başka gözler de anlatır mı gerçekleri bize...

Bakın Mevlana ne de güzel demiş;

“Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok...”

Ne dersiniz;  gerçekten elbisede midir keramet yoksa görünenin ötesinde mi?

5 Ekim 2016 Çarşamba

Eğitim Sistemini Düzeltmeli, Liyakatı da Öne Çıkartmalıyız

OECD, Türkiye Ekonomisi Araştırması raporunu yayınladı. Rapor makroekonominin yanı sıra şirketler kesimini ilgilendiren önemli analizler de içeriyor. Buna göre ülkemizdeki firmalar üç kategoriye ayrılmış durumda. Birinci kategoride öncü firmalar bulunuyor. Bunlar bir nevi Türkiye ekonomisini sırtlarında taşıyorlar. Verimliliği yukarı çekiyorlar. Büyümeyi devam ettiriyorlar. Yenilikleri getiriyorlar.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Tarımda Hollanda Mucizesi

Konya büyüklüğündeki Hollanda’nın 2014 yılı tarımsal ihracatı 90 milyar dolar. Hollanda'nın tarımdaki başarısının ardında verimli üretim modeli, Ar-Ge, kooperatifleşme, pazarlama, piyasa denetimi gibi faktörler yatıyor

2 Haziran 2016 Perşembe

Yapabileceğinizin bu kadar olduğuna emin misiniz?

Hayat yollarıma hep engel koyuyor. Ne doğru yerde, ne doğru zamanda ne de doğru insanlarlayım. Halbuki farklı olsa bak gör neler neler yapardım..." mı diyorsunuz? Öyleyse gelin, Ürgüp’te heykeli dikili Mustafa Güzelgöz’ün hikayesine bir kulak verin ve sonra bir kez daha düşünün...

Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Heyecanla Ürgüp'e gider ve ilk günden kütüphanede heyecanla okurları beklemeye başlar; bir gün olur, beş gün olur, 15 gün olur... ne gelen var, ne giden...

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.”

Gelen giden olmaz.

Amirlerine durumu bildirir.

“Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyorsun, kendini ne paralıyorsun? O kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…”

23 yaşındaki genç memurun içine sinmez bu cevap ve  “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur.  Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler.

Eşi önce “Deli misin bey?” der ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce o da destek verir eşine.

Kolları sıvar ve çıkan tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelirler.

Zorlukla bir eşek alır Mustafa Güzelgöz. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, zor ulaşılan köylerine kadar geliyor ve  çocukların küçücük ellerine kitapları veriyor...

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar "Eşekli Kütüphaneci"yi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Ama Mustafa yine memnun değildir zira kütüphaneye kadınların hiç gelmediğini fark eder. Dönemin en ünlü dikiş makinesi firmalarına mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Bir firma dokuz tane, diğeri ise bir tane dikiş makinesi yollar. Mustafa, Salı günlerini kadınlar günü yapar, dikiş kursları düzenler.

Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur.

Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye.

Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halk evlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca emekli olur ama köylüler arasında da efsane olur. Sayesinde yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar ve Ürgüp’e "Eşekli Kütüphaneci" Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler...
Muhtemelen çoğunuz Mustafa Güzelgöz'ün yokluklarla, mücadele ve bir o kadar da girişimci ve başarı dolu hikayesini bilmiyordunuz. Düşünün 1940'larda  Mustafa amca bunları başarıyor. Yıl 2016 çağımızdaki imkanlar ve teknolojiyi düşünürsek "Hayat yollarıma hep engel koyuyor. Ne doğru yerde, ne doğru zamanda ne de doğru insanlarlayım. Halbuki farklı olsa bak gör neler neler yapardım..." demek biraz ayıp olmuyor mu? Elbet yine engeller olacak, her şey kolay olmayacak belki ama daha da zor zamanlarda yapılanları düşünürsek engel dediğimiz şey nedir gerçekte? Sakın o engel biz, kendimiz olmayalım!!!

5 Mayıs 2016 Perşembe

Türkiye’nin yeni bir sanayi politikasına ihtiyacı var

2015 yılının büyüme rakamları açıklandı. Türkiye ekonomisi 2015 yılında yüzde 4 civarında büyüdü. Olumlu tarafı dünya ortalamasının üzerinde bir oran olmasıydı. Olumsuz tarafı ise uzun dönemli büyüme ortalamamızın altında bir hız olmasıydı. Özetle söylemek gerekirse, manşet rakamın iyi, detaylarının ise sıkıntılı olduğu bir büyüme performansımız var.

3 Mayıs 2016 Salı

Bir toplama işlemi gibidir hayat...

Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur içine. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir. Maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması imkânsızdır.

Sıkıca yumruk yapılmış maymunun eli bu yarıktan geri dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama bir türlü kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Ne bir ip, ne ağ. Onu sadece onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmak ve hindistan cevizinden elini geri çekip, kaçmak olmalıdır ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, elinden yiyeceği bir türlü bırakamaz ve bu nedenle bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür...

"Bir toplama işlemi gibidir hayat, bir yerde yanlış yaparsan sonuna kadar gider" diyor Cesare Pavese. Ne kadar dikkatli adım atarsak atalım bazen tutkularımız, bazense bağımlılıklarımız bizi yine hatalara sürükleyebiliyor. Herşeyin fazlasının zarar olduğu kesin ama kararında bir tutku hayata tad, can, aşk vermez mi...

Ne dersiniz?

25 Ocak 2016 Pazartesi

Cam tavanınızın farkında mısınız?

"Benim yapabileceğim bu kadar... Aşamayacağım engeller var... Bu iş burdan daha ileriye gidemez..." mi diyorsunuz?

Peki ne kadar eminsiniz, ne kadar denediniz ve acaba ne kadar istediniz?
Bunu irdelemeden gelin önce şu araştırmaya bir kulak verin;

"Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görür. Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar. Altındaki metal zemin ısıtırlar. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışır ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin  sıcak olduğu için tekrar zıplar, tekrar başlarını cama vururlar.

Kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çeken pireler defalarca kez kafalarını cama vurduktan sonra o zeminde 30 santimden fazla zıplamamayı öğrenirler.

Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Pireler zemindeki ısıyı hissetmeye başlayınca yine zıplamaya başlarlar, ama bu sefer hepsi eşit yükseklikte ve sadece 30 cm zıplarlar! Üzerlerinde cam engelleri yoktur, daha yükseğe zıplama imkanları vardır ama buna hiç cesaret edemezler bile.

Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı "hayat dersi" ne yeni cam fanusda da sadık halde yaşarlar. İsteseler tepelerinde artık cam olmadığı için kaçma imkanları bile vardır, ama bunun farkına bile varamazalar. Çünkü engel artık cam tavan değil, kendi zihinleridir!

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini gösteriyor.  Ve psikolojide  buna "cam tavan sendromu" deniyor. Bu cam tavan, aslında bizim hayallerimizin de tavan yüksekliği! Bu nedenle yapabileceklerimiz ancak yapabileceğini düşleyebildiğimiz ve buna inandığımız kadardan oluşuyor.

Benim yapabileceğim bu kadar...  Aşamayacağım engeller var... Bu iş burdan daha ileriye gidemez... diyenler bu araştırmadan sonra bir kez daha düşünün; Size sınırlarınız olduğunu zannettiren şeyi, cam tavanı fark ettiniz mi? Sizin kapasiteniz bu kadar olduğu için değil, siz kapasitenizin sınırsızlığını fark edemediğiniz için geçemiyorsunuz engelleri. Ve sizi, hayallerinizi, istek ve iradenizi kısıtlayan bu cam tavanı kaldırmak yine sizin elinizde, zihninizde ve inancınızda...

Hazır mısınız yolunuza devam etmek, sınırsızlığınızın yeni boyutlarını keşfetmeye, yeni serüvenlere, öyleyse haydi durmayın başlayın zihninizdeki engelleri teker teker aşmaya...

15 Ocak 2016 Cuma

Neşe, merak ve heyecanla yaşayın.

Gururumuz Prof. Aziz Sancar hocamız 2007'de Vehbi Koç Vakfı tarafından ödüllendirilmişti. Ve bu ödül kapsamında hazırlanan video'sunda 2007'deki Türkiye için dileği... (videonun 5:45 dakikasında):

"Benim icin en büyük gurur, bundan sonraki Türk kuşaklarının kitaplarda benim yaptığım buluşları görüp, bunu bir Türk yaptı, biz de yaparız, veya o düşünceyle, ondan kuvvet alarak, benden daha önemli buluşları yapmaları, inşallah onlardan birinin Nobel kazanması."

Hiçbir zaman olumsuzluk ve mazeret tuzağına düşmeyin. Buna karşı en büyük örneği biliyoruz. Hepimizin hayatını etkilemiş Büyük İnsan, zamanında demedi ki: “Ülkemin bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış, ben ne yapayım.” Tam tersine, kollarını sıvadı, gücünü ve aklını kullandı, risk aldı, gençliğe ve geleceğe güvendi, hepimiz için kazandı. Bu hepimiz için çok önemli bir örnek, her zaman için. Sorunlardan kaçmayın, sorunların üzerine gidin; ümitli ve olumlu olun; hiç pes etmeyin; esnek, güçlü, atılgan olun; sonunda hep kazanın.

Ancak yaşamınızın her devresinde, 60 yaşında bir genç olduğunuz zaman bile, hayata bir çocuğun gözleriyle bakmayı unutmayın. Neşe, merak ve heyecanla yaşayın.

1 Ocak 2016 Cuma

Nezaket ve dostluk sertlikten her zaman daha kudretli ve kuvvetlidir!

Rüzgar ve güneş bir gün kim daha kudretlidir diye tartışmaya başlamışlar.

Rüzgar, güneş'e;

 -‘Ben senden daha kudretliyim. Bak, ispat edeyim. Şimdi şu ihtiyarın ceketini fırtınadan fırlatıvereceğim’

 Rüzgar şiddetle esmeye başlar,fırtınaya dönüşür. Estikçe daha da güçlü eser ama ihtiyar rüzgarın şiddeti ile ceketine daha sıkı sarılır.

 Güneş gülümser ve;

 -'Beceremedin' der. ‘Sana söylemiştim, ben daha kudretliyim diye. İzle bak şimdi İhtiyara ceketini çıkarttıracağım’

 Saklandığı bulutun arkasından çıkan güneş, tatlı bir gülümsemeyle kollarını yeryüzüne salar ve ortalığı ısıtıverir.

 İhtiyar, havanın ısınması ile ceketini çıkarır. Gökyüzüne bakar, güneşe gülümser, yüzünde tatlı bir mutluluk ifadesi olur ve neşe içinde yoluna devam eder.

Güneş, rüzgar'a döner ve yine tatlı tatlı konuşmasına devam eder;

 -‘Unutma sakın; Nezaket ve dostluk sertlikten her zaman daha kudretli ve kuvvetlidir!’

Siz hiç nezaket ve dostluğun çevrildiği bir kapı gördünüz mü? Belki kapı hemen açılmayabilir ama illaki açılacaktır. En azından sertlikle açılan kapıdan geç de açılsa sizi hoşgörü, sevgi ile karşılayıp içeri buyur edecektir, bundan hiç şüpheniz olmasın... Bakın Victor Hugo ne diyor;

“Nezaket içten, yürekten gelir; zayıf zannedilir ama herşeyi satın alır”

Önerilen Popüler Yazılar