25 Aralık 2015 Cuma

Huzur, gürültünün içinde bile yüreğinizin sükun bulabilmesidir…

Bir gün halkı tarafından çok sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar. Birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler.

Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Resimlerden birisinde sakin bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resme kim baksa onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünecek çok güzel bir resim.

Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanmakta ve şimşek çakmaktadır. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağlamaktadır. Kısaca resim, hiç de huzurlu gözükmez bakanların gözüne. Kral, bu iki resim arasından birinci olarak seçtiği resmi açıklamadan evvel herkesi bu 2. resmin etrafına toplar. Resime dikkatlice bakmalarını ister ve sorar: "Sizce bu resimde huzur var mı?" Çevredekiler resme dikkatlice bir kez daha bakarlar ancak hepsi kafalarını sallayıp, olmadığını söylerler.

Kral; "Bu resimde öyle bir huzur var ki, hiçbiriniz göremediniz" der ve resimde şelalenin ardındaki kayalıklarda çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılığı gösterir. Bu çalılığın üstünde anne bir kuşun örttüğü kuş yuvası vardır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş ve yavruları bu küçücükk yuvada birbirlerine sarılmış uyumaktadır…

Ve Kral açıklamasına devam eder;

“Huzur, hiçbir gürültünün, sıkıntının yada zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.”

Aynı iki resmi bugün büyük bir meydana koysak muhtemelen yine 2. resimdeki  o doğal huzuru, sevgiyi ve huşuyu yine kimse fark etmezdi herhalde değil mi? Huzuru maddi imkanlarda, şöhrette, yüksek pozisyonlarda arayanların gözü çalılarda değil de ondan… Halbuki huzur öyle sade, öyle mütevazidir ki, ona ulaşman için dağlar tepeler aşman, mevkii veya imkan sahibi olman gerekmez. Tıpkı Mevlânâ’nın dediği gibi; “Ne arıyorsan, kendinde ara!”


19 Aralık 2015 Cumartesi

Boşver be yaşı başı!

Boşver be yaşı başı! Gönlün ne kadar şık sen ondan haber ver?

Şöyle atıp koyu grileri-siyahları sabahtan, sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna, ondan haber ver? Koyma bir kenara yüreğini, aç kapılarını. Gelene geçene yol verme girsin diye içeri ama gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna.

Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir dalda, ama aklını kaybedecek kadar bir aşk varsa avuçlarında, bırak aksın yollarına.

Yağ geç, yık geç, kimse inanmazsa inanmasın. Sen inan yüreğine... hem ona geçmezse kime geçer sözün?..

Büyü büyü... Bak ellerin ayakların kocaman, aklın da maşallah yerinde, e ne diye tutarsın yüreğini uçmasın diye.

Akıllı ol, yüreğin gelir peşinden, boşver yaşı başı, aşk var mı aşk, sen ondan haber ver?

Takılmışsın yüzündeki gözündeki çizgilere. O çizgilerin yüreğine neler kazıdığını düşün.
Atmak mı istiyorsun kendini bir dereye soğuk bir kış günü. Öl gitsin...

Parayı pulu savurup, bir balıkçı köyünde balık tutmak mıdır istediğin, savrul gitsin...

Boş ver be yaşı başı, kim tutar seni kim, kendi yüreğinden başka kim?

Aklını al da öyle git, ister yollara, ister odalara, ister kırlara bayırlara vur da git.

Dert etme ellerini, onlar da gelir seninle, bırakmadıkça birine. O biri de gelir gerçekten istediğin oysa, seveceksen ve öleceksen uğruna...

Yaşa be, yaşa da öyle git, gireceksen toprağa...
Yaş 70'e gelse bile, hayat daha bitmemiş, sen mi biteceksin?
Çekeceksen bile bayrağı, 'yaşadım ulan dibine kadar' diyemeyecek misin?

“Aşk var mı Aşk sen ondan haber ver” adlı şiirin bu anlamlı dizelerinin ardından pek de söyleyecek bir şey kalmıyor, değil mi? Şu kısacık hayattan geriye ne yüzünde dert ettiğin çizgiler, ne elindeki tapular, ne de utanıp, sıkılıp söyleyemediğin sözler kalacak geriye, hele o iki büklüm olup da çekindiğin, sesini çıkaramadığın zamanlar varya, senin hayallerini de alarak rüzgar gibi zaten uçup gittiler.

Geriye mi ne kalıyor diyorsan; tıpkı Divan Edebiyatı şairi Baki’nin dediği gibi “bâki kalan bu kubbede bir hoş sâda imiş.” Hoş bir sada bırakabildin mi, sen ondan haber ver!

12 Aralık 2015 Cumartesi

Yavaşlat beni Tanrım!

"Beni yavaşlat Tanrım!
Yüreğimin atışlarını düşüncemin sakinliğiyle rahatlat.
Zamanın sonsuz görüntüsüyle hızımı azalt!.
Bana, güncel kargaşanın ortasında,
Tepelerin ölümsüz sakinliğini ver...

Bir çiçeğe bakmayı,
Eski bir dostla sohbet etmeyi ya da yeni dost edinmeyi,
Yolunu kaybetmiş bir köpeği okşamayı,
Ağ yapan bir örümceği izlemeyi,
Bir çocuğa gülümsemeyi, İyi bir kitaptan birkaç satır okumayı anımsat her gün bana Tanrım...

Bana her gün tavşan ile kaplumbağanın hikayesini hatırlat ki,
Yarışın her zaman hızlılık demek olmadığını,
Hayatta hızı ölçmekten daha fazlasının
Olduğunu bileyim...

Heybetle yükselen meşe ağacının
Dallarına bakabilmek için kafamı kaldırayım,
Onun ulu ve güçlü olmasının nedeninin
Yavaş ve sağlıklı büyümesi olduğunu bileyim.
Bana ilham ver Tanrım...

 Köklerimi,
 Yaşamın katlanılan değerler toprağının
 derinliğine göndermek,
 Kaderimdeki yıldızlara doğru daha çok
 Büyüyebilmek için...
 Yavaşlat beni Tanrım!

Siz de son zamanlarda "durdurun zamanı yetişemiyorum" diyenlerden misiniz? O zaman size tavsiyem; bu ruh haline girdiğinizde Amerikalı düşünür ve yazar Wilferd Arlan Peterson’ın "Beni Yavaşlat Tanrım" adlı şiirini bir kaç kez yüksek sesle ve şiirle bütünleşerek kendi kendinize okuyun, inanın ilaç gibi gelecek! Göreceksiniz ki aslında zaman hızlanmamış... En azından bilim de öyle diyor, hele ki bizim hissettiğimiz yani sanki gün 12 saate inmiş de biz hiç birşeye yetişemiyoruz hissi verecek bir hızlanma söz konusu değil.

Peki ne oluyor da dedelerimiz veya şu an amazonlarda yaşayanlar bunu söylemezken, biz neden durup durup "durdurun zamanı yetişemiyorum" diyoruz. Acaba içine doldurmaya çalıştığımız gerekli, gereksiz programlarımız, egolarımız, hayatı şekillendirme, anlamlandırma yollarımız olabilir mi? Aslında tabak aynı, içine konan pilav miktarı da… dedelerimiz kaşıkla yavaş yavaş tadına bakarken biz kocaman bir servis kaşığı ile 2 seferde hızlıca bitirince elbet az geliyor porsiyon bizlere, öyle değil mi? En azından yemeğin tadına varmak, sağlıklı beslenmek için biraz daha yavaşlamaya var mısınız?

26 Kasım 2015 Perşembe

Dünyanın en pahalı yatağı nedir biliyor musunuz?

"İş dünyasında başarının zirvesine ulaştım.

Başkalarının gözünde, benim hayatım başarının somut bir örneğidir.

Ancak, işi bir tarafa bırakırsak, çok az keyif aldım. Sonunda, zenginlik alışık olduğum hayatın sadece bir unsuru.

Şu anda, hasta yatağımda yatıyorken bütün hayatımı hatırlıyorum. Anlıyorum ki tüm gurur duyduğum tanınma ve zenginlik, solgun ve yaklaşan ölümün yüzünde anlamsızlaşıyor.

Karanlıkta, yaşam ünitesinden gelen yeşil ışıklara bakıyor ve mekanik uğultularını duyuyorum. Ölümün yaklaşan çizgilerinde tanrının nefesini hissediyorum.

Şimdi biliyorum, bir ömür boyu biriktirdiğimiz zenginlik bitecek. Bunun için sadece zenginliğin peşinden gitmemeliyiz.

Bundan daha da önemli şeyler olmalı.

Belki ilişkiler, belki sanat, belki de gençlik günlerimizin hayalleri...

Hiç durmadan zeginliğin peşinden gitmek, yolun sonunda, kişiyi benim gibi şaşırmış birisine çevirir.

Tanrı bize, herkesin kalbindeki sevgiyi hissetmek için duygular vermiştir.
Zenginlikle gelen yanılsamalar değil.

İşte bakın; hayatım boyunca kazandığım onca serveti birlikte götüremiyorum.

Peki ya ne götürebiliyorum; sadece aşkla yüreğime işlenmiş anılar.

Gerçek zenginlik sizi takip edecek, eşlik edecek, güç verecek ve devam etmeniz için ışık verecektir. Ve gerçek zenginlik içi sevgi, Aşk dolu duygulardır.

Sevgi binlerce km seyahat eder, hem de hiç yorulmadan. Hayatın sınırı yoktur, sevgi için. Nereye gitmek istiyorsanız gidin, ulaşmak istediğiniz en üst noktaya ulaşın, sevgi de sizinle birlikte gelecektir. Bu tamamen sizin kalbinizde ve sizin ellerinizdedir.

Dünyadaki en pahalı yatak nedir biliyor musunuz? "Hasta yatağı"

Birisini arabanızı kullanmak için, para kazandırmak için işe alabilirsiniz, fakat hastalığınızı taşıyacak birisini bulamazsınız.

Kaybedilen şeylerin telafisi olabilir. Fakat kaybettiğimiz zaman bulunamayan bir tek şey var o da; "hayat".

Ameliyata giderken neyi fark ettim biliyor musun; henüz bitiremediğin bir kitap olduğunu "Sağlıklı Yaşam Kitabı", "Hayat Kitabı"

Şu anda hayatın hangi evresinde olursak olalım, bir zaman gelecek perdenin yavaş yavaş inişini seyredeceğiz.

O yüzden perde inmeden ailenize, eşinize, arkadaşlarınıza değer verin, sevgi verin.

Kendinize iyi bakın. Başkalarına da..."

Internette dolaşan yazının sonunda bu sözlerin Steve Jobs'un son günlerde hastane iken yaptığı konuşmalardan biri olduğu yazıyor.

Her ne kadar bu sözlerin kendisine ait olup olmadığını net olarak bilmesek de çok da önemli değil! Diyelim dünyanın en zengin adamı değil de emekli alt komşu Engin Amca'nın sözleri bunlar, ne fark edecek... Sözlerin altındaki gerçeklik değişecek mi? Yani perde yine de bir gün kapanmayacak mı? Cümlelerimizde keşkeler mi çok olacak yoksa iyikiler mi... Hangi duygulara teşekkür edip ayrılacağız, hangi duyguları pişmanlıkla keşfediyor olacağız?

İnsanoğlu o perde hiç kapanmayacakmış gibi yaşıyor, başka hesaplar başka muhasebeler yapıyor... Yapıyor da, o kapanış muhasebesi bambaşkadır; ne kaç katlı ev aldığına, ne kaç araban olduğuna, ne etrafı kıra döke, hak yiye yiye alınan ünvanlara bakar. O hesap defteri o kadar özel bir defter ki oraya sadece sevgiler, yüreklere kazınan dostluklar, uzatılan eller, gönülden paylaşılanlar yazar. Yani aslında o defter bizim hayat muhasebemizdir, hayatımızın en büyük eseridir...

5 Kasım 2015 Perşembe

Yağmur, güneş kadar fırtına, kar, buz da gerekir hayata...

Bir zamanlar kötü geçen hasattan şikayet eden bir çiftçi varmış; "Tanrı hava durumunu kontrol etmeme izin verse her şey daha iyi olurdu" diye sürekli söylenir dururmuş. Tanrı bu çiftçinin ısrarlı duasına dayanamamış ve "Peki, bir yıl boyunca havanın kontrolünü sana bırakacağım. Ne istersen hemen yerine gelecek" diye çiftçiye müjdesini vermiş. Çiftçi çok mutlu olmuş ve hemen hava şartlarında ektiği buğday için ne olmasını istiyorsa istemeye başlamış ; "Şimdi güneş istiyorum" ve güneş çıkmış. “şimdi yağmur yağsın" ve yağmur yağmış.

Bir sene boyunca önce güneş açmış ve sonra yağmur yağmış. Tarlası hiç olmadığı kadar başakla dolmuş ve yemyeşil olmuş. Sıra hasata geldiğinde çiftçi büyük bir keyifle buğdayı biçmeye koyulmuş ancak bir bakmış ki onca başak ama hepsinin içi boş!

Tanrı, tarlasının ortasında şaşkın duran çiftçiyi görünce seslenmiş: "Eeee, söyle bakalım nasıl mahsülün?" Çiftçi biraz da sitemkar: "Kötü efendim, çok kötü" demiş. Tanrı: "Peki sen havayı kontrol etmedin mi? İstediğin her şey olmadı mı? Böylece daha çok mahsül alacağını söylemiyor muydun?" "Evet! Ben de işte bundan dolayı şaşkına döndüm. İstediğim güneşi ve yağmuru elde ettim ama hiç mahsül yok." diye yanıtlamış üzgün bir sesle çiftçi. Tanrı: "Peki hiç rüzgar, fırtına, kar ve buz istemedin mi? Bunlar havayı temizleyip kökleri güçlü hale getiriyor. Mahsülün de içi doluyor. Hep iyi havayla olur mu hiç? Elinde niye mahsülün yok biliyor musun; Doğanın kendi düzenini ve akışını her haliyle kabul etmediğin, bazı durumlarını "sıkıntı, zorluk veya ne gerek var" diye değerlendirdiğin için!"

Her zaman daha iyisini isteriz; daha iyi bir iş, daha iyi bir yaşam standartı, daha iyi bir araba, daha iyi bir maaş...

Bu  aslında bizim içimizde yatan yaratma, kendimizi geliştirme dürtüsünün bir yansımasıdır. Ama biz bunu bir anda yapmak istediğimizde, olayları bütünsel göremeyip, tek pencereden baktığımızda gelişimin yerini hayal kırıklıkları alır.

Yaşamda karşımıza çıkan "sıkıntı, zorluk ya da ne gerek var" dediğimiz herşey aslında bizi güçlendirebilecek birer fırsattır. Tıpkı Nietzsche'nin dediği gibi; "Beni öldürmeyen herşey beni güçlendirir".

Yaşam düalite üzerine kuruludur; iyinin olduğu yerde kötü , zevkin olduğu yerde acı da vardır. Gündüz devrini geceye, ışık yerini karanlığa bırakır. Ve her biri varlığı ile bir diğerinin anlamını güçlendirir. Yaşamdaki yerleri ise en ideal olan ve bu güçlenmeyi sağlayacak konumdadır.

Ve önemli olan bu muhteşem dengeyi her hali ile kabul edebilmek ve ona göre kendi dengemizi kurabilmek ve koruyabilmektir.

Gelin şimdi bir daha düşünelim sadece yağmur ve güneş bizi hayata karşı hazır ve güçlü kılabilecek mi?

21 Ekim 2015 Çarşamba

Merak, tüm canlıları hareket ettiren dinamo ve itme gücüdür

Genellikle kendimizi günlük yaşamın karmaşasına öyle kaptırıyoruz ki, yaşamın içinde bizimle olan ama arkasında binbir hikaye taşıyan birçok şeyi fark bile etmiyoruz daha doğrusu merak etmediğimiz için fark etmiyoruz. Halbuki bakın araştırmacı, yazar John M. Browns merak için ne diyor: “Tanrı beni,merakımın kireçlenmesinden korusun, çünkü büyük şeyler kadar küçük şeyler hakkında da bir şeyler öğrenme arzusu uyandıran o merak, tüm canlıları hareket ettiren dinamo ve itme gücüdür.”

Merak ettiğinizde öyle şeyler bulursunuz ki hayatınızda, yolculuğu asırlar öncesine uzanan,içinde hoş hikayeler barındıran, sizi kah tarihin derinliklerine, kah insanın kendi hikayesine taşıyan, size sizle buluşturan… Ve o hikayeler öyle kapılar aralar ki yolculuğunuzda, daha önce fark edemediğiniz birçok şeyi fark etmeye,hayatınızın daha renklendiğini, çeşitlendiğini görmeye başlarsınız her bir hikaye ile...

Meraklandınız mı? İşte bu hikayelerden bir tanesi;

Acılı hikayeleri dinlerken veya övünme içeren sözler söylendikten sonra yaptığımız bir şeydir tahtaya vurmak. Peki neden tahtaya vururuz?

Korunmaya yönelik bir batıl inanç olan tahtaya vurma adeti tıpkı diğer batıl inançlar gibi nesilden nesile süregelmiş. Tarihçesi ise çooooook çok eskilere, Colombus öncesi Kuzey Amerika'ya kadar uzanıyor. O dönemde ağaca saygı duyan orman yerlilerine göre ağaçlar hayatlarını düzenleyen gök tanrılarının yeryüzünde yaşadığı evleridir. Bu kültürde birisi savaşta başarılı olacağı ya da iyi hasat elde edeceği konusunda övünürse Tanrıların buna kızacağı düşünülürmüş. Çünkü olacakları Tanrılardan başka kimse bilmediğine inanırlarmış. Ağaca vuran kişinin övünmesinden dolayı kızdırdığı tanrıyı yatıştırabileceği ve övünmenin etkisini tersine çevirebildiğini düşünürlermiş.  Bir pagan inancından kaynaklanan tahtaya vurma alışkanlığı yalnızca övünmenin kötü etkilerini ortadan kaldırmanın bir yolu olarak değil,aynı zamanda tanıklık edilen bir talihsizliğin gerçekleşmemesini garantilemenin bir yolu olarak da görülür. Yani “bugün başkasına olan, yarın benim başıma gelmesin” düşüncesi ile bir koruma, bir tedbirdir adeta. Bu tarz batıl inançlar insana belki biraz güven verebilir ama siz şayet emniyet kemerinizi takmamışsanız veya çok süratli ve tehlikeli araba kullanıyorsanız, evinizde kullandığınız elektrik prizi yerinden oynamış ve her kullandığınızda sigorta atıyor, sizi çarpıyorsa bir tahtaya 3 kez vurmak size ne kadar yardımcı olabilir ki?

Gelenekler, inançlar, örf ve adetler yaşamalı veya yaşatılmalı ama kendimizi hayatın akışındaki iniş çıkışlarına karşı ancak bilgiile koruyabilir, güçlendirebiliriz.  Tıpkı İngiliz yazar, kişisel gelişim uzmanı Alexander Everett’in dediği gibi; “Bilgi bir ışık gibidir. Karanlıktaki tüm yollarınızı aydınlatır. Bilginin değerini bilin; Onu kullanırsanız daha parlak olur,kullanmazsanız söner...”

13 Ekim 2015 Salı

Beklediği dalı kes, uçmayı hatırlasın!

Günün birinde bir krala, armağan olarak iki şahin yavrusu sunulur. Kral, olanları eğitmesi için bir şahin terbiyecisine verir. Bir kaç ay sonra usta terbiyeci krala, yavrulardan birinin kusursuz bir şekilde eğitildiğini, ancak diğerine ne olduğunu bir türlü anlayamadığını söyler. İkinci yavru saraya geldiği gün tünediği daldan hiç kıpırdayamamıştır, öyle ki yiyeceğini bile ayağına götürmek gerekmektedir.

Kral, saraya zamanın en iyi hekim ve şifacılarını getirtir, fakat hiçbiri kuşu uçurmayı başaramaz. Görevi saray ahalisine verir, ancak durumda yine en ufak bir değişiklik olmaz. Son çare olarak tebaasına haber salar ve ertesi sabah şahin yavrusunun bahçede uçtuğunu hayretler içinde görür.

‘Bu mucize kimin eseriyse bulup getirin bana!’ diye emir verir kral. Derhal huzuruna bir köylüyü çıkarırlar.

Kral, ‘Şahin'i uçuran sen misin? Nasıl yaptın? Büyücü müsün sen?’ diye art arda sorarak, anlamaya çalışır işin sırrını.

Köylü, kralın karşınıza çıkmanın verdiği tedirginlik, ama yaptığı şeyin doğruluğu ile titrek sesle yanıtla; “Hoşnutlukla, zor olmadı kralım. Tünediği dalı kestim yalnızca. Yavruda, KANATLARI OLDUĞUNU FARK EDİP UÇMAYA BAŞLADI...”

Alex Rovira’nın İyi hayat kitabında geçer bu anlamlı, ders dolu hikaye. Çoğu kişisel gelişim kitaplarında veya yazılarında kendini tanıyabilmek, potansiyelini keşfedebilmek, gelişebilmek için hep kendi içine yönelmekten bahseder. Evet, bu gerçekten doğrudur zira her şey önce insanın kendinde başlar ama bazen de gelişim bizim başkalarına açtığımız kapıların ardındadır. Bugün biz birilerine kapı aralarız, yarınsa bizim farkında olmadığımız potansiyelimizi keşfi için başkaları bize...

Tüm evrende denge zaten bunun üzerine kurulu değil mi? Ne hep alacaksın, ne hep vereceksin. Alacaksın ama vermeyi, paylaşmayı da bileceksin. Vereceksin ama almayı da unutmayacaksın, alacaksın ki birileri de paylaşmayı öğrensin sayende...

Şimdi bir düşünün bakalım çevrenizde uçabileceği halde dalında kalmış kimler var ve siz onlara uçmayı nasıl hatırlatabilirsiniz?

8 Ekim 2015 Perşembe

Klişelerin içindeki koca yaşanmışlıklar

Eski atasözleri, deyimler öyle değerler içerir ki aslında özünde. Maalesef klişeleşmiş der bırakız bir kenara. Halbuki gerçek yaşanmışlıkların kısaca özetleridir onlar. Mesela; "İşleyen demir ışıldar" diye boşuna dememiş büyüklerimiz. Bakın Amerikalı ve Norveçli bilim insanlarının yaptığı bir araştırma bu çok eski atasözünü adeta kanıtlar niteliğinde!

Merak ettiyseniz, artık klişe deyip bir kenara koymayacaksanız buyurun o zaman sizi arıların dünyasına davet ediyoruz:

Arılar üzerine yapılan bir araştırma hepimize çok önemli mesajlar veriyor. Bilim insanları arıları incelerken yaşlı arıların yuvada sosyal sorumluluk üstlenmesinin beyinlerindeki moleküler yapının değişmesini sağladığını fark etmişler.

Araştırmaya imza atanlardan Gro Amdam, daha önce yapılan araştırmalardan arıların yuvada kaldıklarında ve larvalarla ilgilendiklerinde beyinlerinin aktif olduğunu, yuvadan ayrıldıktan sadece iki hafta sonra kanatlarının zayıfladığı, tüylerinin döküldüğü ve beyin faaliyetlerinin durduğunu tespit edildiğini söylüyor. Bu bulgulardan yola çıkarak yaşlı arıların yeniden larvalarla ilgilendiklerinde beyinlerinin nasıl etkileneceğini incelemeye almışlar.

Araştırmacılar, yuvadan larvalarla ilgilenen genç arıları çıkarmış ve sadece kraliçe arı ve larvaları bırakmışlar.Bazı yaşlı arılar besin aramaya gitmiş, bazı yaşlı arılar ise yuva ve larvalarla ilgilenmiş.

10 gün sonra yuvada larvalarla ilgilenen yaşlı arıların yaklaşık yarısının yeni şeyler öğrenme yeteneğinin büyük oranda arttığı görülmüş.

Bu arıların beyninde insanlarda da bulunan ve unutkanlığa karşı koruyan Prx6 ile diğer proteinleri koruyan şaperon proteinine de rastlanmış.

Çalışmayı yapan Gro Amdam ve ekibi, bu sonuçların insanlar için çok önem taşıdığını, insanlarda da sosyalleşmenin, yaşadığı alan ve çevreye duyarlı olmanın ileri yaşa bağlı unutkanlığın yavaşlamasına ya da önlenmesine ışık tutabileceğini vurgulamışlar.

Klişe diye burun büktüğümüz bir sözün; "İşleyen demir ışıldar"sözünün bilim tarafından ispatı böyle, üstelik sadece insanlar için değil, arılar için de geçerli. Kısacık bir söz içinde binlerce hayat mekanizmanın etkileşimini anlatıyor çünkü içinde saf yaşanmışlıklar, tecrübeler ve bunların Aşk ile paylaşımı var... Şimdiki gibi sahte, çakma ve birbirinin kopyası değil. İşte bu nedenle gerçek yaşanmışlıklar, çok daha değerli, çok daha anlamlı ve her daim geçerli... Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?

7 Ekim 2015 Çarşamba

Dijital ekonomi yeni bir devrim ortaya çıkardı

 
B20 Türkiye ve Accenture işbirliğinde düzenlenen “B20 Türkiye Dijital Ekonomi Forumu” B20 Türkiye ve TOBB, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, TÜSİAD, TİM ve Bilişim sektörünün önde gelen kuruluşlarının üst düzey temsilcilerinin katılımıyla İstanbul'da gerçekleştirildi.

29 Eylül 2015 Salı

Aklınıza gelen başınıza mı geliyor…!

"Aklıma gelen başıma gelir", "Korktuğum neyse o olur" diye şikayet ediyorsanız, kendinize psikolojide “Pygmalion etkisi”, sosyolojik literatürde "kendi kendini gerçekleştiren kehanet" olarak adlandırılan bu olguyu uyguluyorsunuz  demektir.

İnsanın bir türlü çözemediği ve hep şikayet ettirten bu olgu ismini ta antik çağlardan, antik yunandan, bir kraldan alır yani aslında insanlık tarihi kadar eskidir;

“Yunan Mitolojisinde; Kıbrıs Kralı Pygmalion çok ünlü bir heykeltraştır. Bir gün hayalindeki kadının heykelini yapmaya karar verir ve işe koyulur. Fil dişinden çok güzel bir kadın heykeli yapar, adına da Galatea koyar. Kral Pygmalion bir süre sonra kendi yaptığı bu heykele aşık olur. Tanrıça Venüs'e, ona hayat vermesi için yalvarır. Venüs de kralın isteğini kabul ederek Galatea'yı canlandırır ve iki aşık mutlu bir yaşam sürerler...”

Columbia Üniversitesi profesörlerinden sosyolog Robert Merton, “Pygmalion etkisi”ni bakın nasıl özetliyor;

"Kişi kendi başına bir olayın geleceğine inanır. Bu beklenti ve inanca uygun olarak davranır.  Beklediği gerçekleşir ve böylece de kehanet de gerçekleşmiş olur!"

Düşüncelerimiz ve inançlarımız, hayatımızı şekillendiren enerjilerdir, yani kısaca inandığımız şeyleri yaşayıp, tecrübe ediyoruz. Eğer kendimiz  hakkında inançlarımız karamsar, negatif ise işte o zaman “korktuğum hep başıma geliyor” diye şikayet ediyoruz. Ancak şikayet etmek pek de yersiz zira bunu yaratan yine bizleriz!

Bir düşünün bakalım; kaç kez çok güldüğünüz bir zamanın hemen ardından suçluluk duyup “o kadar çok güldüm ki kesin çok ağlayacağım şimdi ben” deyip sonra da bu beklenti ile saatlerinizi, günlerinizi geçirdiniz ve sonunda da muhtemelen bir sebepten de ağladınız. Yani “kendini doğrulayan kehaneti” diğer adıyla  etkisini “Pygmalion etkisi'ni bizzat kendinize uyguladınız!

Eh madem modellemeyi biz yapıyoruz öyleyse gelin değiştirelim şu kalıplarımızı; bardak boş değil de dolu olsun artık, kara kedi bize uğursuzluk değil, şans getirsin, güldükçe hayatımıza gözyaşı değil, neşe ve sağlık taşınsın…

18 Eylül 2015 Cuma

Kurşunkalem olmaya hazır mısınız?

Büyükbabasının mektup yazışını izleyen küçük çocuk birden sorar: "Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Yoksa benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı?"

Büyükbaba yazmayı keser,gülümser ve torununa: "Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin." Çocuk kaleme merakla bakar, evirir, çevirir ama özel bir şey göremez. "İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden farklı değil ki!"

Büyükbaba o tatlı güler yüzü ve edasıyla anlatmaya başlar: "Bu tamamen nesnelere, nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen, hep dünyayla barışık bir insan olursun."

"Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir."

"İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar."

"Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir."

"Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın."

"Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın."

Kalem kalem olalı,birbirinden farklı ellerde gönüllerden düşenleri yazdığından beri, belki de Paulo Coelho’nun bu yazısındaki gibi hiç baş rolü oynamamıştı. Hayat ve insanın hayata karşı duruşu bir kurşun kalemin baş rolünde daha güzel betimlenemezdi herhalde, değil mi?

Evet, tıpkı dedenin torununa öğütlediği gibi; kalem gibi olmalıyız hayatta, yeri geldi mi yanlışlarımızı nazikçe silmeyi bilmeli, gönüller ve zihinlere tatlı hikayeler yazabilmeli ve içimizde ne varsa aynı rengimizle onları dışarıya yazabilmeliyiz. Kalem gibi olmalıyız, yazdıklarımız okunduğunda, en anlamlı, en etkileyici, en güzel ilhamları veren, en sevgi dolu satırlara aday olmalı.

Çok mu zor? Hayır, hiç değil! Sadece her şeyin bizde başladığını bir kez daha hatırlamamız gerekli.Hatırlamaya, bir kurşun kalem olmaya hazır mısınız?

28 Ağustos 2015 Cuma

Dolu bir kaba yeni ne eklenebilir ki!

Bir üniversite profesörü Zen hakkında bir şeyler öğrenmek için Usta Nan-in'i ziyaret eder. Fakat, onu dinlemek yerine durmadan kendisi konuşur, düşüncelerini anlatır. Bir süre sonra Nan-in, misafirine çay ikram eder. Fincanı ağzına kadar doldurduktan sonra, çay servisine devam eder. Çay taşar, tabağı doldurur, oradan da adamın pantolonuna ve yere dökülür.

Profesör haykırır: "Görmüyor musun fincan dolu? Niye koymaya devam ediyorsun ki daha fazla çay almaz bu kap" Buna karşılık Nan-in sükûnet içinde cevap verir: "Ve tıpkı bu fincan gibi siz de kendi fikir ve görüşlerinizle dolusunuz. Kabınızı boşaltmadan size nasıl Zen öğretebilirim?"

Hayat, kendimizi tekrar etmek değil, içimizde yatan potansiyel ile bir yenisini yaratmak içindir. Eğer boş bir yer yoksa yenilikler nasıl hayatımıza girebilir ki? Kimbilir belki de bu sebepten, yenilikler giremediğinden, hep aynı kısır döngüler, sorunlar hayatımızda süregelir.

Yeniliklere, başkalarına, onların görüşlerine açık olmak perdesi aralanan karanlık odaya giren ışık misali hayatımızda bir aydınlanma yaratır. Ama bu aydınlanma ancak bizim davetimizle, perdeyi aralamamızla olabilir. Tıpkı Bernard Shaw'un şu sözleriyle hatırlattığı gibi;

"İnsanlar kendi kişiliklerinin suçunu hayat şartlarında buluyorlar. Ben şartlara inanmam. Bu dünyadan istediklerini alan insanlar, ayağa kalkıp, istedikleri şartları arayan ve bulamadıklarında da onları yaratanlardır"

Ne dersiniz şartların, yeniliklerin oturup bize gelmesini beklemek yerine hayatımızda yer açıp, onları bizim davet etme zamanımız gelmedi mi sizce de?

6 Ağustos 2015 Perşembe

Şu sıcak günlerde serinliyorsak kitaplar sayesinde!

Ne gariptir ki özellikle kitap okuma oranının düşük olduğu ülkelerde (ki buna maalesef Türkiye'de dahil) yaz aylarında kitap satışlarında bir patlama yaşanıyormuş. Bu da genelde tatillerin yaz aylarında olması ve maalesef sadece tatilden tatile kitap okuyor olmamızdanmış.

"Kitapsız yaşamak; kör, sağır, dilsiz yaşamaktır" diyor, Romalı düşünür ve devlet adamı Seneca.

Ne kadar doğru! Kitapların insana verdiği zenginliği, çeşitliliği, derinliği ve gelişimi fark etmemek mümkün değil ama bunca zenginlikle beraber kitapların insana dolaylı olarak sunduğu başka bir hediyesi daha var!

Halihazırda yaşamakta olduğumuz bunaltıcı, kavurucu sıcak yaz günlerinde hani arabaya bindiğimizde veya eve girdiğimizde ilk iş olarak açtığımız ve ardından"ohhhh" dedirten klimalar!

Evet, yanlış duymadınız. Bugün klimalarla sıcaklarda serinliyorsak bunu aslında kitaplara borçluyuz. Nasıl mı?

Gelin şimdi 1901 yılına gidelim. 1901'de Cornell Üniversitesi elektrik mühendisliği bölümünden mezun olan Willis H. Carrier adlı meraklı genç, bir matbaa şirketinde çalışmaya başlar ve zaman içinde matbaa şirketlerinin yaşadığı basım konusunda temel bir sorunu fark eder. Isı ve nem değişimleri yüzünden kağıdın genleşmesi ve büzüşmesi sonucu baskı sürecinde renkler donuklaşmakta, baskı kalitesi zayıf olmaktadır. Isı ve nem oranını hassasiyetle denetleyen birşeye ihtiyaç vardır. Bu sorun meraklı Carrier’in okulda üzerinde çalıştığı ısı bobinleri ile havanın soğurması çalışmasının üzerinde daha yoğunlaşmasına vesile olur. Ve 1902 yılında dünyanın ilk klimasının tasarımlarını tamamlar.

Klima, matbaanın ısı ve nem oranını hassasiyetle denetleyen 30 tonluk bir makinadır.

İşte 1902'de, aslında kitapların baskı kalitesi ihtiyacından keşfedilen klima, bugün küresel ısınma ile her geçen gün daha da vahim boyuta gelen yaz sıcaklarında insanın kurtarıcısı adeta! Neye niyet neye kısmet dedikleri bu olsa gerek :) Artık bu bilgiden sonra kitap okurken içinde size taşıdığı onca zenginliğin yanında bir de klima için teşekkür etmeyi unutmazsınız, değil mi? Ha, bir de sadece tatilden tatile değil lütfen daha fazla kitap okumaya çalışın, hayatınıza daha fazla zenginlik, renklilik ve tat katabilmek için, hayatı, insanları daha iyi anlayabilmek için...

Tıpkı Franz Kafka'nın dediği gibi; "Kitap içimizdeki donmuş denize karşı bir balta görevi görür."

3 Temmuz 2015 Cuma

Yüreğiniz önden gitsin, zihniniz, bedeniniz onu takip etsin…

Fırtınaya yakalanan bir keşiş zorlukla bir kervansaray bulur ve içeriye sığınır. Kervansaray sahibi onu buyur eder ve merakla sorar" Nereden gelirsin, nereye gidersin? Günlerdir fırtına var buralarda, bu havada neden seyahat edersin?"

Yoldan ve fırtınadan bitap düşmüş keşiş pencereden dışarıyı gösterip "Uzak diyarlardan kalktım, şu dağa tırmanmaya geldim" diye yanıtlar.

Kervansaray sahibi alaycı bir gülüşle; "Bir süre daha unut gitsin, bu fırtına dinse de oraya tırmanman çok zor. Fırtınadan ağaçlar devrildi, yolları seller, toprak kapladı."

Keşiş, kendisine sıralanmış bunca olumsuzluklara rağmen heyecan ve parıldayan gözlerle yanıtlar; "Ama ben gideceğim, buna inanıyorum, bu benim hayalim! Eğer kalbim önden giderse zaten bedenim de onu takip edecektir."

Ne kadar güzel bir hayat görüşü, değil mi? Dileğini önce yüreğinde, hayallerinde oluştur ve yaşa. Ona inan, onun heyecanını her an hisset. Ve hayata geçirmek için onun ardından yola koyul...

Elbette her yolculuk kolay, her yol açık olmuyor.Engeller bazen isyan ettirecek boyutta bizimle adeta dalga geçiyor ama unutmamak lazım ki karar vermeden, adım atmadan da yolculuk başlamıyor!

Hiçbir hayalimiz inanmadan, emek koymadan oturduğumuz yerde ayağımızın dibine armut gibi düşmüyor.

Hatırlayın; bundan evvel dileyip de gerçekleşmeyen dileklerimiz, hayallerimiz, acaba neden gerçekleşmediler? Acaba yürekten isteyip de yüreklerimizi önden yola koyulduğunda onu takip etmeyi mi unuttuk, ne dersiniz?

26 Haziran 2015 Cuma

Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!

"Hiç vaktiniz yok; "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...

Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...

Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.

Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!

Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?

Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?

İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?

Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?

Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?

Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?

Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?

Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?

Koklamak, duymak, dokunmak yok mu yaşam skalanızda?

Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?" - Müşfik KENTER

Sevgiyle ve rahmetle andığımız Müşfik Kenter, ne kadar da güzel anlatmış çağın insanının geldiği halini, aslında hepimizin durumunu... İnsanın bilgi toplumu olması adına doğasından, onu insan yapan tüm özelliklerinden kopuşu ne kadar acı değil mi? Peki insan var oldukça onunla yolculuğuna eşlik edecek, ona pusula olacak, onu var edip sonsuz kılacak, anlamlandıracak olan bilgisayarlar, tuşlar, küçük suratlar mı yoksa yüreğimizi dalga dalga çoşturan ve bir yürekten, bir dilden, bir elden diğerine aktarılan duygular mı?

Tıpkı Divan edebiyatı şaiiri Bakii'nin dediği gibi; “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”

Eh bu kadar doğru tespit ve bu kadar ustaca ikazdan sonra geriye sadece bunu fark etmek, yaşamın kendi doğal güzelliğini ve ritmini, duygusunu tekrar yakalamak kalıyor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Soluk Mavi Nokta

"Şu noktaya bir daha bakın. O burada. O yuvamız. O biziz. Sevdiğimiz herkes, bildiğimiz herkes, şimdiye dek duyduğumuz herkes, gelmiş geçmiş herkes hayatını onun üstünde yaşadı. Türümüzün tarihi boyunca sevinç ve acılarımızın tümü, kendinden emin binlerce din, ideolojik ve ekonomik doktrin, her bir avcı ve toplayıcı, her bir kahraman ve korkak, medeniyetin her yaratıcı ve yıkıcısı, her bir kral ve köylü, birbirine aşık her genç çift, her bir anne ve baba, ümit dolu çocuk, mucit ve kaşif, her ahlak eğitmeni, her süper star, her aziz, her günahkar burada yaşadı; gün ışığında asılı duran bir toz zerresinin üstünde..." Carl Sagan - Soluk Mavi Nokta'dan alıntı...

15 Haziran 2015 Pazartesi

Hayal edin çünkü Hayal etmek gerçekten işe yarıyor!

Lânet,1964 yılında bir yaz günü çökmüş piyanist Leon Fleisher’in üzerine. Evlerinin bodrumundaki ağır bir bahçe masasını merdivenlerden yukarı çıkarırken, birden kapının pervazına elini çarpıp, sağ başparmağını ortadan ikiye yarmış. Ve bu  Fleisher’i otuz altı yaşından altmış altısına dek “tek elli” olmaya mahkûm etmiş.

Tek elli” hayatının başlangıcını anlatırken, “Tanrılar seni cezalandırmak istediklerinde, nereye vuracaklarını çok iyi biliyorlar” diyor ünlü piyanist, “en çok acıtacak yere vuruyorlar. İşte o darbeyle ben de bir daha asla çalamayacağımı sanmıştım.”

Müziğe olan aşkı ile direniyor, hayata tutunmaya devam ediyor Fleisher. Sol elle çalınabilecek parçalardan bir repertuar oluşturuyor kendine, şefliği deniyor,piyano hocalığına başlıyor.
Her gün,odasında saatlerce yalnız ve sessiz oturduktan sonra piyanosunun başına geçiyor, sakat olan sağ elini tuşların üzerine koyup, parmaklarının açılmasını bekliyor; ertesi gün  yine deniyor; yine deniyor tam otuz yıl her gün yapıyor bunu.

Bir yandan da tıbbi gelişmelerden ayırmıyor gözünü; sonunda, Botoks adlı şu meşhur“güzelleştirme zehri” Amerika’da henüz kullanımına izin verilmemiş bir ilaçken,deneme çalışmalarına dahil oluyor ve yeniden hareket edebilen bir sağ ele kavuşuyor.  Ve Altmış altı yaşında Two Hands (İki El) adlı yeni bir albümle yıllardır hayalini kurduğu taçlandıracağı, yepyeni bir hayat bekliyor onu.
30 yıl boyunca sağ elinin parmaklarını piyanosunun üzerine koyup, yılmadan  onları tekrar kullanabileceği günü hayâl edip, bu hayalini gerçekleştiren piyanist Leon Felisher bakın bu hikayesi için ne diyor; “Hayal edin çünkü Hayal etmek gerçekten işe yarıyor.”

Bir çok insanın "bitti artık" dediği noktada, 60 yaşında, tüm olumsuz ve hatta 'olamaz'lara rağmen hayata yeniden merhaba diyen Leon Felisher'in bu mesajının  hayallerinin peşini bırakanlara güzel bir ışık, bir hatırlatma olmasını diliyor, daha nice güzel hikaye için takipte kalmanızı diliyorum.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Mutluluk bir kader değil, aslında bir seçimdir!

Avustralya’da yıllar boyunca evlerinde ölümü bekleyen hastalarla çalışan hemşire Bronnie Ware, emekli olduktan sonra deneyimlerinden yararlanarak yazdığı kitapta insanların hayatlarının son günlerinde en çok neye pişman olduğunu listeledi;

1. "Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürmek yerine düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı." Ware’e göre insanlar, yaşamlarının sona erdiğinin farkına varıp geriye döndüklerinde düşledikleri şeylerin çok büyük bir kısmını gerçekleştirmediklerini görüyor ve pişman oluyor.

2. "Keşke bu kadar çok çalışmasaydım." Ware’e göre erkek hastaların büyük bir kısmı, işleri nedeniyle ailelerine ve dostlarına yeterince vakit ayıramadıkları için pişman oluyor. Ware, erkek hastaların büyük bir kısmının eğer bir şansları daha olsa dönüp çocuklarının kaçırdıkları anlarını yaşamak istediklerini gözlemlediğini belirtiyor.

3. "Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı." Birçok insanın diğerleri ile ilişkilerini belirli bir düzeyde tutmak için duygularını bastırdığını söyleyen Ware, bastırılan duyguların insan sağlığı üzerinde son derece olumsuz etkileri olduğunu ileri sürüyor.

4. "Keşke arkadaşlarımla ilişkimi sürdürseydim." İnsanların kendi yaşamlarına çok fazla odaklanıp arkadaşlarıyla ilişkilerini yitirdiğini ancak bunu son günlerinde fark ettiğini söyleyen Ware, ölmekte olan insanların en çok eski arkadaşlarını özlediğini söyledi diyor.

5. "Keşke kendime daha çok mutlu olmak için izin verseydim." Çoğu insanın mutluluğun aslında bir seçim olduğunu ölüm anı gelene dek fark etmediğini söyleyen Ware, insanların rahat yaşamak uğruna eski alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı kaldığını belirtiyor.. Alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyen insanların değişme korkusu yaşadığını ve daha fazla mutlu olma şansını kendi kendilerine yok ettiğini belirten Ware, ölüm döşeğinde hastalarının "Keşke daha çok gülseydim, keşke aptalca şeyler yapmaktan bu kadar korkmasaydım" diyerek pişmanlıklarını dile getirdiğini sözlerine ekliyor.

Bu yazıyı okuduğumda düşünmeye başladım; acaba ben hangi "keşke"li cümleleri kullanacaktım o ayrılık vakti geldiğinde. Ve maalesef bunu düşünürken bazı pişmanlıkların soğuk rüzgarını etrafımda şimdiden başladım hissetmeye.

Tabii ki bilemeyiz serüvenimiz ne kadar sürer, nereye gider ama henüz sağlıklı iken, heyecanla hayatın koşturması içindeyken neden fark edip de "keşke"leri "iyiki"lere çeviremiyoruz. Böyle hikayeler anlatıldığında hep bizden uzakmış ya da bize hiç olmazmış gibi gelir ama hemşire Bronnie Ware'in baktığı hastalar da bir zamanlar bizler gibi hayat koşturmasında kaybolmuş yolculardı ve hatta belki onlar da henüz o koşturmanın içindeyken bu "keşke" hikayelerini dinlediler, duydular ama hep bir kenara koydular. 

Ve zaman gelip çattığında "keşke" kelimesi onların da dudaklarından, belki de üzgün yüreklerinden dökülüverdi. Bakın Fransız yazar François de La Roche foucauld ne diyor;  "İnsanların mutlulukları yada mutsuzlukları, talihin olduğu kadar kendi karakterlerinin de eseridir". Yani "keşke"yi hayatımıza katan da biziz, çıkaracak olan da yine biziz! Hiçbirşey için geç değil! Herşey bizim istememizle biranda değişebilir. Tıpkı Ware'in dediği gibi; mutluluk aslında bir seçimdir!

Öyleyse; haydi alın elinize kağıt kalemi, yapın kendinize pişmanlık listenizi ve hemen karşısına yazın onu nasıl "iyiki"ye çevireceğinizi. Unutmayın, her şey önce sizinle, yüreğinizle ve yaptığınız şeye inancınızla başlar!

12 Mayıs 2015 Salı

Mükemmeli, mükemmel yapan şey nedir biliyor musunuz? Ufak, tefek şeyler!

Başarılı isimler, “ufak tefek şeylerle geçen günlerden nefret edenler” değil, o “ufak tefek şeyleri” geliştirmek için büyük bir dikkatle çalışanlardır...!

Bir gün ressam Michelangelo atölyesine gelen bir ziyaretçiye yapmakta olduğu bir heykel üzerinde neler yaptığını açıklar. Bunu yaparken, “Bu tarafı biraz rötüşledim, şu tarafı parlattım, yüzünü azıcık yumuşattım, buradaki kasları biraz daha belirginleştirdim, dudağa biraz ifade kattım, şu parçaya da biraz enerji ekledim...” gibi ayrıntılardan bahseder.

Ziyaretçi, “Fakat bunlar ufak tefek şeyler, ben bu muhteşem eserinizi, heykeli nasıl yaptığınızı merak ediyorum” deyince, Michelangelo şu cevabı verir; “İşte zaten bende onu size anlatıyorum. Bir bütünü meydana getiren şey, küçük detaylarıdır. Ve unutmayın; bir şeyi mükkemel yapan da bu detaylar, “ufak, tefek” şeylerdir. Fakat mükemmellik “ufak, tefek” bir şey değildir...!

İtalyan rönesans dönemi ressamı, heykeltıraş, mimar ve şair Michelangelo’yu işte dünyanın en önemli ve ünlü sanatçısı yapan bu “ufak, tefek” şeyler olmuştur. Yaptığı eserlerdeki o döneme ait kusursuzluk halen pek çok sanatçının başaramadığı, taklit edilemez büyük bir ustalıktır.

Hayat o kadar hızlı akıyorki bazen detaylar bizi adeta boğabiliyor veya bazen de sadece detaylar içinde kaybolup gidebiliyoruz. Belki o an yoğunluktan “ufak, tefek şeylere vaktim yok” diyebiliyoruz ama unutmayalım; “bütünü oluşturan her zaman onun küçük parçalarıdır!"

“Ana yollar sizi merkeze ulaştırır ama vardığınız yer hakkında bilgi vermez. Ara yollardan gidenlerse heryeri görerek ve bilerek  merkeze ulaşırlar” diyor eski bir söz. Hepimiz başarılı olmak istiyoruz, hepimiz doğru ve güzel şeyler ortaya koymak istiyoruz. Peki bizi bundan alıkoyan şey nedir? Acaba biran önce sonuca ulaşma arzusu ve bu arzudan dolayı "ufak, tefek şeyleri" göz ardı etmek olabilir mi, ne dersiniz?

Haydi gelin bir daha deniyelim; Ressam Michelangelo gibi yaptığımız her şeyde “ufak, tefek şeyleri" bu sefer dikkatle, sevgiyle ve gerektiği gibi irdeleyelim. Başarıyı ve mükkemelliği bu sefer yaptığımız işe biz  davet edelim. Amacımız sadece sonuca ulaşmak olmasın, “ufak, tefek şeyleriyle" birlikte bir bütün olarak mükemmel ve başarılı sonuca ulaşmak olsun.

3 Mayıs 2015 Pazar

Bana 1 saatini ayırır mısın?

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulur.  Çocuk hemen atılarak: "Baba! bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sorar.

Gün boyunca olur olmaz insanlarla ve işlerle uğraşan yorgun baba sinirli bir şekilde:

"Boş versene sen bunları" diye oğluna çıkışır. Fakat oğlunun:

"Baba lütfen ama, bu çok önemli!" diye ısrar etmesi üzerine oğlunu başından savabilme ümidiyle "20 TL olması lazım" diye kestirip atar.

Bunun üzerine çocuk; "Bana 5 TL lira borç verir misin baba?" diye sorar.

İyice sinirlenen baba; "Oğlum bak çok yorgunum ve şu an senin saçma oyunlarınla uğraşacak vaktim ve enerjim yok, tamam mı?" diyerek oğlunu tersler.

Üzülen çocuk sessizce odasına çekilip, kapısını kapatır. Bir saat sonra sakinleşmiş olan baba oğluna karşı yapmış olduğu hatayı anlayıp "belki de gerçekten o paraya ihtiyacı vardı" düşüncesiyle çocuğun odasına çıkar.

"Biraz önce o kadar sert olduğum için kusura bakma, ama çok yorgun bir gün geçirdim, beni anlayışla karşıla tamam mı? Gel, al bakalım 5 liranı..." der.

Çocuk sevinç içinde bağırarak; "Teşekkürler baba" der ve yastığının altından bir miktar para çıkarıp paraları saymaya başlar. Bunu gören baba;

"Madem bu kadar paran vardı, niye bir daha para istiyorsun?" diye sertçe çıkışır yeniden.

Çocuk, avucundaki tüm paraları paraları babasına uzatarak, mahçup bir sesle;

"Yeterince yoktu ama babacığım. İşte, al, tam 20 TL. Şimdi senden rica etsem bana bir saatini ayırırmısın?..."

Hayat çılgın hızıyla akmaya devam ederken, bizler oraya, buraya koştururken fark etmeden kaçırdığımız ne çok şey var, hiç düşündünüz mü? Nice dostlar, nice sevgiler,nice anlar...

Gelin, bu güzel hikaye bir vesile olsun, bu haftasonunu unuttuğunuz ya da zaman bulamadığınız o sevdiklerinize ayırın. Bırakın o anlar size hasret kaldığınız keyif ve mutluluğu yaşatsın…

27 Nisan 2015 Pazartesi

Sevgi Yüklü Lüleler!

Nice aşk hikayeleri vardır anlatılagelen, yazılan, oynanan ama bunlar içinde bir tanesi vardır ki  diğerlerinden çok farklı, yürekleri sızlatan, aşkın o muhteşem büyüsünü bir kez daha taddıran... Üstelik  gerçek, yaşanmış ve eksik kalmış bir Aşk hikayesi!

Bu hüzünlü aşk hikayesi National Geographic dergisinin 2007 yılı kasım sayısında “Sevgi Yüklü Lüleler” başlıklı haberinde geçer. Haber, Güney Kore'nin Andong kentinde bir konut yapımının inşaat çalışmaları sırasında bulunan tarihi bir mezarla ilgilidir. Mezarın içinde, 1586 yılında bir dul hamile kadının kaybettiği kocasına yazdığı mektup ve ona kendi elleri ile yaptığı özel bir armağan bulunur.

Dul kadın kaybettiği kocasının mezarına bıraktığı  mektupta ona halen duyduğu aşkı ve özlemini şöyle dile getirir, “İkimizinde saçları ağarıncaya dek benimle yaşamak istediğini söylerdin. Bensiz nasıl ölüp gidersin?”

Dul kadın mektubunun yanında mezara, kocasına duyduğu derin ve sonsuz aşkı, onu nasıl özlediğini ifade etmek için bir de kendi elleri ile hazırladığı çok çok özel bir hediyeyi, kendi saçlarından ve kenevir kabuğundan ördüğü bir çift ayakkabı koyar. Ve dul kadın bu ayakkabıları neden yaptığını mektubunda kocasına şöyle ifade eder;  “Gizli gizli gel bana. Söyleyecek çok sözüm var ama daha fazla yazmayacağım...”

Şu an bir müzede sergilenen bu özel ayakkabıların fotoğrafını görmek bile o muhteşem derin aşkı, artık çooooook uzaklarında kaldığımız gerçek sevgiyi gözyaşları ile size anlatmaya ve hissetirmeye yetiyor. Lütfen aşağıdaki mektup ve fotoğrafa bir kez daha bakın ama bakarken o dul kadının kocasına şu seslenişini de lütfen hatırlayın; “Gizli gizli gel bana. Söyleyecek çok sözüm var ama daha fazla yazmayacağım...”

Ne tek taş yüzük, ne çiçek, ne araba… Cayır cayır yanan halen aşk dolu bir yürek ve kendi saçları ve elleri ile yaptığı bir çift ayakkabı... İşte gerçek AŞK bu, daha söze ne gerek!

9 Nisan 2015 Perşembe

İnsan hakkında çağlar geçse de değişmeyecek 2 şey...

Zaman hızla akıp da tarih sayfaları hızla değişirken bir yanda teknoloji ilerliyor, diğer yanda hayat standartlarımız değişiyor. Tüm bunlarla birlikte insanın da değiştiğini ve hatta hayatın değiştiğini düşünüyoruz ama gelin İtalyan filozof, gökbilimci Giordano Bruno'nun bundan 400 sene evvel "iki şey" hakkındaki sözlerine bir kulak verelim ve bu değişimin nasıl bir değişim olduğunu bir kez daha düşünelim...

İki şey 'Kalitesiz İnsan'ın özelliğidir:
1- Şikayetçilik
2- Dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek

İki şey yanlış yapmamı engeller:
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgeçinden geçirmek
2- Hak yememek

İki şey kişiyi gözden düşürür :
1- Demagoji
2- Kendini ağıra satmak

İki şey insanı 'Nitelikli İnsan' yapar:
1- İradeye hakim Olmak
2- Uyumlu Olmak

İki şey hayatıma 'Ekstra Değer' katar:
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey beni geri bırakır:
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik

İki şey kaşif yapar:
1- Nitelikli çevre
2- Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmememi sağlar:
1- Baskın yeteneği bulmak
2- Sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır:
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık

İki şey beni milyonlarca insandan ayırır:
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayata ve her şeye yeni, özgün, farklı bakış açısıyla yaklaşabilmek

İki şey gelişmeyi engeller:
1- Aşırılık
2- Felakete odaklanmış olmak

İki şey çözüm getirir:
1- Tebessüm
2- Sükut

İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır:
1- Anne
2- Baba

İki şey geri alınmaz:
1- Geçen zaman
2- Söylenen söz

İki şey ulaşmaya değerdir:
1- Sevgi
2- Bilgi

İki şey "hayatta önemli olan her şey" içindir:
1- Nefes alabilmek
2- Nefes verebilmek

Ne dersiniz, çağlar geçse de, teknoloji, hayat standartları ilerlese de aslında değişen sadece sahne dekorları ve kostümler olmamış mı? Aynı kalan ise insanı insan, hayatı mutlu kılan değerler, insanın özü, hayatın gerçek anlamı...

20 Mart 2015 Cuma

Mutluluğun formülü; Vermek ve Saygı görmek!

Birleşmiş Milletler 2012 yılında yaptığı toplantı ile 20 Mart’ı "Uluslararası Mutluluk Günü" olarak ilan etti. Bu kararda hedef, insanların senede bir de olsa bir araya gelerek mutluluğu şölenlerle kutlamaları, kendilerini mutlu edecek minik de olsa tüm faktörleri hatırlamaları.

Eh, ne hayat, ne de mutluluk kolay değil ama herşeyin ötesinde insanoğlunun doğası bütün bunlardan daha da zor, zira kendini mutsuz edecek problemlere sık sık odaklanıp, gündeme getirmekte üstüne yok. Hatta, “mutluluk, şunlar olmazsa olmaz” diye saydığımız pek çok şarta sahip insanlar dahi mutsuz. Mutluluk şartlarını kesin ve net bir listeye dökmek tabii ki mümkün değil, kişiden kişiye değişir ama ortak bazı şeyler var ki mesela; sıhhat, iyi bir iş ve eş, çoluk çocuk, para, maneviyat... çoğumuzun ilk aklına gelen şartlar. Ancak bu şartlara sahip birçok insan yine de mutsuz!

Bu mutsuzluk hali Berkeley Üniversitesi Psikoloji Bölümü bilim insanlarının da ilgisini çekmiş ve  "Mutluluk için öngörülen birçok şarta sahip bu insanlar neyin eksikliğini duyuyorlar ki mutsuzlar?" sorusundan yola çıkarak değişik dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında bir araştırma yapmışlar. Mutlu olmak için gerekli iki en önemli ve olmazsa olmaz şey ortaya çıkmış: Vermek ve saygı görmek. Ancak araştırmacılar “vermek” konusunu açıklamak zorunda da kalmışlar; “vermek” bir köşede duran parayı ya da herhangi bir eşyayı birilerine bağışlamak değil. “Vermek”; sevdiğimiz, anısı olan, kullandığımız bir eşyadan vazgeçebilmek anlamına geliyor. Örneğin; sevdiğiniz, az kullandığınız bazı eşyalarınızı ihtiyacı olan birine hiç tereddüt etmeden verebiliyor musunuz?

Cüzdanınızı almayı unuttuğunuz gün cebinizdeki kısıtlı paranın bir kısmını veya belki de hepsini yolda karşınıza çıkan ağır poşetlerle zorla yürüyen yaşlı teyzeyi evine göndermek için taksiye verebiliyor musunuz?

Çocuk parkında oynayan çocuğunuzu uzaktan iç çekerek izleyen kimsesiz bir çocuğu çocuğunuzla oyuna davet edip, onunla oyunu ve oyuncaklarını paylaşmasına izin veriyor musunuz?

Soğuktan üşüyen zor durumda birine siz elinizdeki eldiveninizi verip, elinizi cebinize sokup ısındığı kadarıyla gönül rahatlığı ile yolunuza devam ediyor musunuz?

İşte mutluluk için bahsedilen “vermek” böyle bir şey.

Berkeley Üniversitesi'nde gerçekleştirilen bu araştırmada ikinci vurgulanan mutluluk için gerekli şey "saygı görmek". Bilim insanlarının tanımladığı şekilde zaten verebilen ve saygı gören insan diğer sıralanan mutluluk şartlarını da zaten kolaylıkla hayatına çekebilir yani daha iyi bir işi kolayca bulabilir çünkü güvenilirdir, kendi ile barışık olduğu için sosyal çevresi de geniş ve iyidir, iyi arkadaşlar ve iyi bir eş seçebilir ve tabii iyi yaşam şartları ama en önemlisi gerçekten vermenin ve saygı duyulur olmanın yaratacağı pozitif enerji ile sağlık sorunları da minimuma inebilir ve sonuçta diğer insanlara göre daha mutlu olabilir...

Elbet mutluluğu bu kadar matematik hesabı gibi açıklamalarla “şudur, şöyle gelişir” diye kesin bir dil ile anlatmak mümkün değil. Bir kere işin içinde gönül ve sevgi yoksa zaten ne yaparsanız yapın, mutlu olmanız pek de mümkün değil.

Tıpkı hayatta herşeyde olduğu gibi gönülsüz ve sevgisiz birşeyin güzel olması mümkün müdür? Öyleyse; “mutluluk” istiyorum diyorsak ilk yapmamız gereken herşeyden önce sevgi dolu bir gönül sahibi olmak ve bu gönül ile önce kendimize, sonra çevremizde varolan herşey ve herkese ve tabii ki koşulsuz bir sevgi ile kucak açmak. Buyrun, bugün “dünya mutluluk günü”! Mutluluk, sizin onu paylaşmanızı bekliyor. Gönlünüzü koşulsuz sevgi ile doldurup, önce kendinizi kucaklayarak ilk adımı atmaya hazır mısınız?

19 Mart 2015 Perşembe

Mart ayı; tıpkı hayatın kendisi gibi, zıtlıkların hikayesi...

Sonlarına yaklaştığımız Mart ayının isminin nereden geliyor, biliyor musunuz? Mart kelimesi ilk defa Romalılar tarafından kullanılıyor. Roma takvimine göre yılın başlangıç ayı Mart’mı.ş Martın önemi hem tarımın hem de savaşların başlamasından ileri geliyormuş. Tarım ve savaşlar kışın soğuk aylarında yapılamadığı için Mart ayı başlangıç sayılırmış. Bu yüzden Roma mitolojisindeki Mars (Latince: Martius) savaşın ve tarımın tanrısı olarak kabul edilmiş. Bu arada mitolojide geçen bilgiye göre Mars yani Mart, annesinin sihirli bir çiçekle birleşmesi sonucu Marmara Denizinde doğmuş, yani aslında hemşerimiz de sayılır.

Roma mitolojisinden Mars olarak gördüğümüz savaş tanrısı daha sonra Ares adıyla Yunan mitolojisinde karşımıza çıkıyor ama bu sefer daha zalim bir tanrı, barış için değil yıkım için savaşan bir tanrı. Mart ayı antik çağlarda tanrının doğduğu ay kabul edildiği için Roma’da kadınlar tarafından uzun süren festivallerle kutlanırmış. vV Romalılar’dan sonra da bu özelliğini yitirmemiş farklı kültürlerde de kutlanmaya devam edilmiş. Tüm bu mitolojik anlatımlardan da anlıyoruz ki Mars yani Mart ayı herzamanki ikilemi ve zıtlıklarıyla tarih boyunca insanı şaşırtmaya devam etmiş.

Bir yerde barışa kucak açmış, başka bir yerde vahşice öldürmek için savaşmış. Savaşıp yok ederken toprağa verimini hatırlatmayı da unutmamış. Kış boyu duran tarıma tekrar imkan sağlamış. Yani bir yandan alırken, sürpriz bir şekilde diğer yandan da vermiş. Eeeee Mart için bizde de büyüklerimiz "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır" diye boşuna Mart’ın bu ikilemini dile getirmemişler. Tam anlamı ile şaşırtan, sürprizlerle ve zıtlıklarla dolu bir ay Mart ayı. Tıpkı hayatın kendisi gibi! Ama yine de hayat bu zıtlıklarıyla daha manalı ve anlaşılır olmuyor mu? Bazı şeylerin değeri bu zıtlıklarla daha iyi fark ediliyor ve sonunda bize mutluluk vermiyor mu? Ne dersiniz?

18 Mart 2015 Çarşamba

Yaşamın Ezgisi Senin Yüreğinde

İnsan sayısı kadar hikayeyi barındırıyor yüreğinde bu yerküre. Kah sevinçli, kah hüzünlü, kah kısa, kah uzun... Ama hepsi bizlerin hikayesi, hepsi insanlık tarihinin bir kelimesi...

6 Mart 2015 Cuma

“Eğer...”

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,
Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası; sen bir İNSAN olursun oğlum...(Rudyard Kipling)

***

Bir bilim dergisinde yayınlanan habere göre; Manchester ve Londra Üniversiteleri psikologlarının ortak yaptığı araştırma sonucunda, bilim insanları toplumların mutlulukları, yaşadıkları şartlar ne olursa olsun, verilecek eğitimle %50 oranında artırılabileceğini açıklamışlar. Bilim kişilik sahibi olabilmenin ve dolayısıyla mutlu olabilmenin yolunu kendi yöntemleri ile araya dursun, aslında nice eski söz, öğüt, şiir bize bunu öyle güzel anlatıyor ki tıpkı Rudyard Kipling'in biraz evvel sizlerle paylaştığım, oğluna yazdığı "Eğer" şiirinde olduğu gibi! Geriye ise sadece hissedip, özümseyip, yaşamak kalıyor. Ne dersiniz; herşeyin, mutluluğun, huzurun, başarının temeli aslında İNSAN olmakla başlamıyor mu?

Bir Yaşar Kemal romanı...

Alabildiğine şiirli anlatımı, şiirli atmosferiyle Al Gözüm Seyreyle Salih, Yaşar Kemal’den bir şefkat, merhamet romanıdır.

Yaşar Kemal’in ölümüyle birlikte edebiyatımızda bir ‘çağ’ kapandı. ‘Üç Kemal’ler çağı’ diyebiliriz bu döneme.

Yaşar Kemal’in ölümünden sonra anılan romanları –özellikle dikkat ettim- hep İnce Memed, Yer Demir Gök Bakır, Yılanı Öldürseler vb. oldu. Büyük yazarların –bizde- böyle bir talihsizliği oluyor. Reşat Nuri Güntekin yarı alaycı, yarı üzgün, “Çalıkuşu’ndan başka romanlar da yazdım” dermiş...

Asıl unutulansa, Yaşar Kemal’in kent romanlarıydı, büyük kent ve kasaba romanları. Usta yazar, 1970’lerden sonra, bence birbirinden etkileyici kent romanları kaleme almıştır.

Roman demekte ısrar ettiğim uzunöyküsü Kuşlar da Gitti bir başlangıç sayılabilir. Özlü bir başyapıttır Kuşlar da Gitti; büyük kentin, İstanbul’un amansız yaşamasını azat kuşlarını simge edinerek yansıtır. Bu eseriyle Yaşar Kemal, aynı zamanda yepyeni bir üslûba açılır. Sanrıyı, sayıklamayı andıran, öyleyken eserin derin acısını büsbütün yansıtabilen bir üslûp.

Kuşlar da Gitti’den bir yıl sonra Al Gözüm Seyreyle Salih yayımlanır. Al Gözüm Seyreyle Salih –benim için- Yaşar Kemal’in en güzel romanıdır. Büyük kente yakın, ama hâlâ kasaba olma özelliğini de koruyan bir deniz kıyısı yöresinde sürüp gider.

Al Gözüm Seyreyle Salih, büyük kent, İstanbul özlemi içindeki ve on bir yaşındaki Salih’in romanıdır. Umutlar, sevinçler, hayaller içindeki Salih yürek yakıcı hayal kırıklıklarına savrulup gidecek; yaşadığı küçük Karadeniz kasabasında, besbelli, bir ömür tüketecektir.

Salih hep dünyayı, hayatı seyretmektedir. Çocukluğun bütün erdenliğiyle içi sevgi, iyilik doludur. Seyrettiği hayatsa katı gerçeklikleriyle Salih’i hayaller, masallar ortamına çeker. Romancı, Salih’in bakış açısını öne çıkarmışken, bazan da masallara açılır, masal geleneğimize yepyeni bir ufuk açar.

Oyuncaklara düşkün ama oyuncaksız Salih, Hacı Nusret’in dükkânındaki, ederi 150 lira, mavi oyuncak kamyon için günlerce hayaller kurar. Roman boyunca sürüp giden mavi kamyon, oyuncak tutkusu, giderek trajik bir anlam kazanır.

Zaten her şey acıya evrilmektedir: Salih’in iyileştirmeye çalıştığı kandı kırık martı ölür. Büyükannesi, durup dururken, martıya, Salih’e handiyse düşman olmuştur. Salih’in masallarla bezediği hayat, katı gerçeklikleriyle, yeniyetme çocuğu dört bir yanından kuşatmaktadır.

Salih’in tam da kavrayamadığı gözlemleri, değerlendirişleri, 1970’ler Türkiyesi’nin bir panoraması olup çıkar. Balıkçıyken, Bulgaristan’a gidip gelen, sigara, viski, silah kaçakçısı olmuş Metin acı bir göstergedir. Metin öldürülecektir. İşinde gücünde, emeğinde demirci İsmail Usta, değişmeye, kararmaya yazgılı toplumsal ortamda ayakta kalmaya çalışmaktadır...

Takasıyla İstanbul’a gidecek Temel Reis, Salih’i yanına almadan yola çıkmıştır. Limanda yapayalnız kalan Salih, İsmail Usta’nın dükkânına döner, önlüğünü takar, “demire ilk balyozu” indirir...

Alabildiğine şiirli anlatımı, şiirli atmosferiyle Al Gözüm Seyreyle Salih, Yaşar Kemal’den bir şefkat, merhamet romanıdır.

16 Şubat 2015 Pazartesi

'Düşünüyorum öyleyse varım’ diyenlerin arasına katılın

Bu sunumdaki sözü, hayatını kaybetmeden önceki İstanbul'da son katıldığı konferanslardan birinde paylaşmıştı Stefano D’Anna... "Düşün sev. Ona tüm gücünle inan. Her zorluğa rağmen peşinden git. Gerçekleşecektir."

Tanrılar Okulu kitabının yazarı Stefano D’Anna: “İstiklal Marşı’nıza bakın çocuklara korkusuzluğu öğretin. Marşınız ‘Korkma’ diye başlıyor. İşte İstiklal Marşı’nın başlangıcındaki bu mesaja bakın ve ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ diyenlerin arasına katılın” demişti.

Tanrılar Okulu", gündelik yaşamın dualitesinde kendini unutmuş ve yenilgiye uğradığının farkında bile olmayan bir insanlığın en güzel örneği konumundaki sık rastlanan bir tür insanın, yeniden doğuşunun hikayesi...

"Hep aynı olaylarla karşılaşıyorsun, çünkü sende hiçbir şey değişmiyor! Her şey benzerini kendine çeker. Cennet parçacığı cennete doğru, cehennem parçacığı cehenneme doğru yol alır." Lupelius'a göre yeryüzü, insanların sıralar halinde idam mahkumları gibi yaşadıkları kozmik bir hapishane, dünya boyutunda bir zindandır. Bu vizyonun son ve kesin bir yenilgi oluşturduğu yargısına varmak yerine, göz kamaştıran çılgınlığıyla cesurca bir plan tasarlar. İnsan için, onu olanaklının sınırlarının ötesine geçirecek bir serüven düşler; kaçınılmaz görünen ölümcül yazgısından kaçış ve dünya yasalarından kurtuluş.

İster bilinçli, ister bilinçsiz verilmiş olsun, kişinin başına kendi rızası olmadan hiçbir dış olay gelemez. Öncelikle psikolojisinden geçmeden, hiçbir şeyle karşılaşamaz.

Umutlarımız, hırslarımız, sırlarımız, korkularımız, şüphelerimiz, şaşkınlıklarımız, arada kalışlarımız ve tüm duygularımızın, beğenilerimizin, arzularımızın, sevmediklerimizin, sevdiklerimizin, nefret ettiklerimizin hepsi, benliğin ince, algılanamaz ama gerçek dünyasına ait. Gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz her şey, tüm çeşitliliğiyle etrafımızı kuşattığımız bu gerçeklik ise dünyamızın üzerinde olan, onu var eden evrenin kendisinden başkası değil.

Düşünce bu yüzden çok güçlüdür. Düşünüş Yazgıdır. Varoluş bizim buluşumuzdur ve bu yüzden sadece bize bağlıdır. Bu dünyadaki yaşantı, bir Tanrılar Okuludur.
Yaşama dair çok derin ve pek çok bakış açısı sunuluyor bu kitapta

Uluslararası şirketlerde uzun yıllar üst kademelerde çalışmış bir yöneticinin karşılaştığı sorunlara, geleneksel yollardan çözüm bulamayıp, alternatif çözüm arayışını anlatılıyor. Bu sorunlar herkesin başına gelebilecek gerek özel, gerekse çevre ile ilgili genel sorunlar.

Dreamer adlı öğretmenin Lupelius’un kurduğu ezoterik okulda işlenen kadim öğretilerin ışığında, hayatın özünde yaşanan değişimi ve ilerlemeyi  anlatan bir konu işleniyor.

"Tanrılar Okulu’nda Dreamer yol gösterici. Ve bu yol, yöneticilerden, psikolojik kirlenmeye, Kral Midas'ın dersinden, insan aklının aklının sınırlarına, ekonomiden mekanikliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsayarak okuyucularına pek de alışık olmadıkları yepyeni bir tat sunuyor.

Son olarak bu kitabı edinerek mutlaka okumanızı öneriyorum...

15 Şubat 2015 Pazar

İnce Memed' 60 yaşında

“İnce Memed” kitap olarak ilk kez 1955’te Çağlayan Yayınevi tarafından basılmıştı…

“Yazar arkadaşım Osman Şahin ses kayıt cihazıyla Çukurova köylerinde “İnce Memed”in izini sürmüştü…Yaptığı röportajları Aydınlık Gazetesi’nde yayımladı… Bu röportajlar Pennsylvania Üniversitesi’nin Edebiyat Dergisi’nde de kullanıldı… Osman Şahin’e konuşan köylüler İnce Memed’i gördüklerini, İnce Memed’in evlerine geldiğini söylüyorlardı… “İnce Memed bizim eve geldi.Uzun boylu, geniş omuzlu, görkemli bir adamdı.O’na yemekler pişirdim,” diyen kadınlar vardı…Oysa romandaki İnce Memed kısa boylu bir kişidir… İnce Memed’in mezarına gelince 1930’larda eşkıyalık yapmış ve o sıralarda jandarmalarca öldürülmüş , Binboğalar Köyü’nde toprağa verilmiş Safiye Memed’dir…Ben O’nu hiç görmedim…”

Yukarıdaki sözler Nazım Hikmet ile birlikte uzun yıllar Nobel edebiyat ödülü adayı listesinde yer alan Yaşar Kemal’e ait…Yaşar Kemal (1923), Muazzez İlmiye Çığ (1914), Vedat Türkali (1919), Memduh Ün (1920), Hıfzı Topuz (1923), Münir Özkul (1925), Fikret Otyam (1926), Haldun Dormen (1928), Gülriz Sururi (1929), Giovanni Scognamillo (1929) gibi Mustafa Kemal Atatürk dönemine tanık olan kuşaktan hayatta kalan son birkaç aydınımızdan biri…

Yaşar Kemal edebiyat dergisi Notos’un seçicileri tarafından Türk edebiyatının bir numaralı klasiği seçilen dört ciltlik “İnce Memed”i (1955-1987) bir başka açıklamasında da şöyle anlatmıştı:

“Anamın babası eşkıya, amcası eşkıya, anamın kardeşi de eşkıya. Eşkıya Mahir, Doğu Anadolu'nun en meşhur eşkıyasıydı. Büyükbabamın kardeşi Reşit Bey vardı kurmay yüzbaşı, onunla beraber Ruslar’a karşı savaşırken Reşit Bey vuruluyor. O da daha sonra dağa çıkıyor. Anam ha bire anlatırdı, birinci elden dinlerdim. Adana Kadirli’de yaşayan ve hayranı olduğum eşkıyalar vardı, Sonra Toroslar’da sayısı bilinmeyecek kadar eşkıya vardı. Kadirli’ye Binbaşı Nazmi Bey geldi. 1936’da eşkıyaları affettiğini söyledi, ama dağdan inen, gelen eşkıyaların ellerini kendisi bağlayarak halkın gözü önünde kurşuna dizdirdi, toplam 35 eşkıyayı. Bu da bana çok dokunmuştu, uzun süre etkilemişti beni. Teslim olmayan birisi vardı Koca Ahmet, sıkıştırmalarına rağmen direniyordu ve yakalayamadılar, zaten İnce Memed’de de var Koca Ahmet. Benim için asıl kaynaklar bunlardı; çünkü daha önce hiç eşkıya romanı okumamıştım, bunlar ve anamın anlattıkları çok önemli kaynak olmuştur bana.”
Eleştirmen İbrahim Tatarlı 1969’da yayınlanan “Marksist Açıdan Türk Romanı”nda şöyle yazıyor: “İnce Memed”de yazar Yaşar Kemal “Köroğlu” destanından faydalanmıştır.” 

Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanının  dördüncü baskısının  (Remzi Kitabevi 1960) girişindeyse şöyle  yazar: 

“1925-33 yılları arasında Toros Dağları’nda yüzelliden fazla eşkıya dolaşırdı; hikayesini ettiğimiz İnce Memed bunlardan biriydi.”

Sadece Köroğlu mu, Milattan Önce 70’li yıllarda arkadaşlarıyla birlikte isyan ederek Roma İmparatorluğu’nu sarsan Spartacus, İskoçya’nın bağımsızlığı uğruna İngiltere’ye isyan eden,  bu uğurda yaşamını feda eden William Wallace (23 Ağustos 1305’te idam edilmişti),  Robin Hood efsanesi ve Sicilyalı eşkıya  “Salvatore Giuliano” da (1922-1950)  Toroslarda beş köyün hükümdarı olan Abdi Ağa’nın zulmüne, baskısına başkaldırarak  dağa çıkan ve eşkıyalığa başlayan “İnce Memed”in  esin kaynaklarından sadece birkaçıdır…

İlk kez 1953-1954’te Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilen “İnce Memed” romanını kitap olarak ilk kez 1955’te basan Ertem Eğilmez, Refik Erduran ve Haldun Sel’in ortakları olduğu Çağlayan Yayınevi’ydi...Türkiye’de bugüne kadar yasal baskıları 1 milyon 250 binden fazla satılan, kırküç yabancı dile çevrilen  “İnce Memed” romanını, o dönemde Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmakta olan, Yaşar Kemal İstanbul Boğazını buzların kapladığı, dondurucu soğukların hüküm sürdüğü 1953 kışında ellerine eldiven geçirerek yazmıştı…Çünkü 1951 yılında evlendiği eşi Matilda’yla birlikte oturduğu ev sobalıydı ve evi ısıtmak için çiftin odun alacak parası yoktu…Varlık Dergisi’nin Yılın En İyi Romanı Ödülü’ne layık bulunan “İnce Memed”in Rusça çevirmeni Nazım Hikmet, Fransızca çevirmeni Güzin Dino, İngilizce çevirmenlerinden biri Yaşar Kemal’in ilk eşi Matilda Kemal’dir…

Romanın Sinema Filmi Haklarının Satışları da Yaşar Kemal’in ve Eşinin Yüzünü Güldürdü

Romanın sinema filmi haklarını alan ilk şirket Kemal Film ve yönetmen Osman Fahir Seden oldu… Kemal Film “İnce Memed” için o döneme göre oldukça büyük bir para olan beş bin lira ödedi; ancak yazılan senaryonun filme çekilmesine Türkiye Film Sansür ve Denetim Kurumu/Kurulu izin vermedi. 

Kemal Film’in Yaşar Kemal’le anlaşması bitince romanın sinema filmi haklarını satın alan alan yabancı  film şirketleri romanı uyarlamaya çalışırken  ikişer Oscar ödüllü Elia Kazan ile Peter Ustinov’la, ikisi de Oscar ödülüne aday gösterilen Nicholas Ray ile Akira Kurosawa’yla ve dünya sinemasının en büyük ustalarından Joseph Losey ile işbirliğine girişti.

“İnce Memed” En Çok Korsan Uyarlaması Gerçekleştirilen Roman Oldu

Bu arada, “İnce Memed” Türk sinemasında konusu en çok yağmalanan, en çok çalınan romanlardan biri oldu.Bu yağmalamanın birkaç nedeni vardı.Bazıları yazar Yaşar Kemal’e telif hakkı ödemekten kaçınmak için bunu yapmıştı; bazıları telif hakkı Amerikan 20th Century Fox Şirketi’nin elinde olduğundan bu yola sapmıştı; bazıları “İnce Memed”in serüvenlerinin “Robin Hood”, “Salvatore Giuliano” (1922-1950)  ve “Köroğlu” hikayeleriyle benzerliklerinden (evrenselliğinden) yararlanmıştı.

Sinemamızda ”İnce Cumali”den “İnce Memed Vuruldu!”ya kadar çok sayıda “Korsan İnce Memed” uyarlaması vardır.

Yılmaz Güney Korsan “İnce Memed” Filmlerinden Şu Sözlerle Bahsetmişti: 

“ ‘İnce Memed’ sinemamızda değişik adlarda 19 kere filme alındı; bunların 17’sinde ben oynadım!”

Amerikalılar Devrede

Amerikan Film Şirketi 20Th Century Fox “İnce Memed”in sinema filmi hakları için önce sekiz bin İngiliz Sterlini, sonra da anlaşmayı yenilemek için 250 bin dolar ödedi.

20th Century Fox “İnce Memed”i sinemaya uyarlaması için dünyanın en iyi film yönetmenlerinden Akira Kurosawa, Elia Kazan ve Joseph Losey ile çalıştı…Yaşar Kemal’in gönlü Joseph Losey’deydi.

Ancak 20th Century Fox’un yazdırdığı senaryoların Türkiye’de filme çekilmesine de Türk Film Sansür ve Denetim Kurumu/Kurulu izin vermedi. 


Yasal tek “İnce Memed” uyarlaması ise, dört kez Oscar adaylığı elde eden ve “Spartacus”(1960) ve “Topkapı”(1964) filmlerindeki oyunculuk performanslarıyla iki Oscar ödülü kazanan, Peter Ustinov’un elinden çıkmış ve “Kültürel Doku Uyuşmazlığı”nın en çarpıcı örneklerinden biri olan ve Yugoslavya’da çekilen bu film, ne yazık ki, aynı zamanda gelmiş geçmiş en başarısız  roman uyarlamalarından birine dönüşmüştür.

“Memed My Hawk”(1984) adını taşıyan filmde Peter Ustinov yönetmen ve senaryo yazarlığı yapmış, bununla da kalmamış Abdi Ağa’yı canlandırmıştır.

Bu filmde İnce Memed’i Simon Dutton, Hatçe’yi Leonie Mellinger canlandırmıştı.

Halit Refiğ “İnce Memed”in Filmleştirilememe Serüvenini Şöyle Özetlemişti: 

“O dönemde Yaşar Kemal’in “İnce Memed” adlı romanının sinema filmi haklarını Amerikan 20th Century Fox yapım ve dağıtım stüdyosu satın almıştı.Romanın haklarının alınması için stüdyoyu James Dean ile Natalie Wood’un baş rollerini paylaştığı “Rebel Without A Cause-Asi Gençlik”le (1955) Oscar ödülüne aday gösterilen yönetmen ve senaryo yazarı Nicholas Ray ikna etmişti.Ancak yönetmen Joseph Losey “İnce Memed” uyarlamasını önce Nicholas Ray’in elinden aldı, sonra da bu romanı uyarlamaktan vazgeçerek rafa kaldırdı.”

6 Şubat 2015 Cuma

Nedir sevgi dolu gönülleri birbirine bağlayan?

Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ‘yabancı’yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek…

O kadar farklıdır ki kuşlar; ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.

Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.
Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.

O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar...

O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan...

Eksikliklerimizin birbirimizden kopmamıza sebep olduğu ya da öyle olması gerekirmiş gibi garip bir anlayışın kol gezdiği şu çağda, Mesnevi'de geçen bu hikaye aslında hepimizden bir şey barındırmıyor mu içinde? Siz de özlem duymadınız mı o kuşların koşulsuz sevgilerine hikayeyi dinlerken? O kuşlardan biri siz olmak istemediniz mi, etrafınızda onca koşullar ve kurallarla yaşayan insanları düşündüğünüzde?

Bakın etrafınıza; dost dediğiniz, gönül koyduklarınıza, ırak da olsalar asla unutamadıklarınıza; nice benzer acılar, neşeler, hüzünler, sevgiler getirmedi mi sizi zaten bir araya? Ortak yoksunluklar bir olup, kaldırmadı mı bu yoksunlukları hayatlarınızdan? Öyleyse karga ile leylek neden yaşamasın bir arada? Siz ne dersiniz; kimdir gerçek dost, nedir sevgi dolu gönülleri birbirine bağlayan?

28 Ocak 2015 Çarşamba

Eğer doğru yolda olsan bile orada oturup kalırsan, ezilirsin!

Zamanında Çin'in küçük bir köyünde bir kung-fu okulu varmış. Okulun yaşlı ve bilge olan hocası öğrencilerine sadece bedensel eğitim değil zihinsel eğitimin de ne kadar önemli olduğunu anlatırmış.

Öğrencilerden biri zeki olmasına rağmen dersleri pek umursamayan vurdumduymaz bir karaktermiş. Onun bu hali hocanın gözünden kaçmamış ve devamlı kendini uyarırmış. Günler böyle geçerken bilge hoca bu öğrencisini başka bir öğrenciyle müsabakaya kaldırmış. Müsabaka başlamış. Haylaz öğrenci yaptığı her hareketin, attığı yumruk ve tekmelerin rakibi tarafından ustalıkla savuşturulduğunu görünce daha da hırslanmış ve kural dışı hareketler yapmaya başlamış.

Rakibi onları savuşturmuş. Daha da sinirlenen öğrenci hiçbir şeyin kar etmediğini görünce oturmuş hırsından ağlamaya başlamış. Müsabaka bitmiş. Haylaz öğrenci ağlarken omzunda bir el hissetmiş. Kafasını kaldırıp baktığında hocasının kendisine gülümsediğini görmüş. Bilge hoca öğrencisinin yanına oturmuş ve toprağa dikey bir çizgi çizmiş.

-Bu rakibinin çizgisi. Bunu nasıl kısaltırsın? demiş.

Öğrenci bu soru üzerine çizgiyi ikiye bölerek:

- Böyle kısaltırım.

- Hayır, demiş hocası.
Öğrenci bu sefer çizgiyi üçe bölmüş.

- Böyle kısaltırım.
Hoca gülümsemiş. Ve yere yeni bir dikey çizgi daha çizmiş.

- Bu rakibinin çizgisi.
Sonra yanına onun iki katı uzunlukta dikey bir başka çizgi çekmiş ve eklemiş:

- Bu da senin çizgin. Sen rakibinin çizgisini kısaltmak yerine kendi çizgini uzatmalısın. Sen kendine güvenir ve kendini sürekli geliştirirsen rakiplerin zaten hep geride kalacaktır...

 Sizce gelişim nedir? İlerlemek, büyümek, yola devam etmek...?

Peki sizce gelişim bir yerde tamamlanır mı?

"Tamam, bu kadar, ben biliyorum, daha fazla birşey yok" dediğimiz noktada, sadece an ve an gelişmekte olan dünyaya kapıları kapatıp, kendimizi içeride hapsetmekle kalmaz, yeniliklerden mahrum kalan kısıtlı beceri ve bilgilerimizle sorunlarımıza çözüm bulmakta zorlanır ve hatta belki de bunlara yenilerini ekleyebiliriz.

Amerikalı sinema oyuncusu Will Rogers'ın şu sözüne bir kulak verelim; "Eğer doğru yolda olsan bile orada oturup kalırsan, ezilirsin."

Gelişim; süreklilik demektir, gelişim fark yaratmak demektir, gelişim duyarlılıktır ve gelişim hem kendine, hem de varolan herşeye saygı duymak, sadece bireysel değil, bütünsel gelişmek demektir!

"Sıradan insanlar fark yaratamaz, farkı farklı insanlar yaratır" diyor motivasyon ve pazarlama gurusu Seth Godin.

Hani şu imrendiğimiz fark yaratanlardan olmak, daha ileriye geçebilmek için karşımızdakinin eksikliğini aramak, yolunu kesmek yerine kendi çizgimizle fark yaratmaya ne dersiniz?

Önerilen Popüler Yazılar