5 Aralık 2017 Salı

Yapay Zekanın Geleceğe Etkileri

Teknolojinin gelişmesi ile birçok alanda “daha fazlayı daha az ile yapma” durumuna geldik. Sanayide, servis sektöründe ve hatta özel hayatlarımızda gelişen teknolojilerden faydalanıyoruz. Önümüzdeki senelerde teknolojik gelişmeler katlanarak artacak. Teknolojik gelişmeler, önce ekonomik sonra da sırasıyla politik ve sosyal hayatımızı etkileyecek. Öyle ki, önümüzdeki 30 yıl içerisinde, geçmiş 1000 yılda yaşanan değişikliklerden daha çok değişiklik olacak. Söz konusu değişikliklerin en önemli itici gücü ise yapay zeka olacak.

1 Aralık 2017 Cuma

Teknoloji nereye gidiyor?

Teknoloji araştırma şirketi Gartner’ın hazırladığı Yeni Teknolojiler İçin Beklenti Döngüsü raporu üç ana teknolojiye odaklanıyor: yapay zeka, şeffaf ve çevreleyen deneyimler, dijital platformlar. Şirket mimarları ve teknoloji inovasyon liderlerinin bu üç mega trendi anlaması ve önümüzdeki 10 yıl içinde şirketlerinin bu trendlerden nasıl etkileneceğini bilmesi gerekiyor. Beklenti Döngüsü (Hype Cycle), yüksek derecede rekabet avantajı sağlama potansiyeli bulunan teknolojilere yoğunlaşıyor.

Her yerde yapay zeka

Sadece yapay zeka kullanan otonom araçların yaratacağı etkiyi düşündüğümüzde bile bu teknolojinin hayatımıza ne kadar etki edeceğini anlamak mümkün. Otonom araçlar sayesinde kazalar azaltılabilir, trafik hızlandırılabilir hatta insanlar ulaşım sürelerini de kendilerine ayırabileceği için şehir merkezinde yaşama talebi azalacağından şehirleşme yavaşlayabilir. Araştırma Yöneticisi Mike J. Walker “Otonom araç teknolojisi, paylaşım ekonomisi gibi diğer ekonomik trendlerle bir araya geldiğinde, sektörleri kökten değiştirebilen yeni ve farklı iş tasarımlarıyla karşılaşıyoruz. Uber bunun en büyük örneği. Tek bir şirket, özel araçlarla dolu bir sektörü tamamen değiştiriyor.” diyor.

Medya otonom araçlarla ilgili haberler yapmaya devam ediyor ancak yapay zekanın hayatımıza etki alanı bununla sınırlı kalmayacak. Makine öğrenimi algoritmalarının gelişimiyle birlikte hayatımızın pek çok alanı daha önce hiç olmadığı kadar değişecek. Algılama, görüntüleme ve haritalama gibi alanlarda yaşanan gelişmeler, makine öğreniminin gelişimini de hızlandırıyor. Burada en ciddi engeller ise maliyetin yüksek olması ve bu işlemlerin karmaşıklığı.

Walker yapay zekanın önümüzdeki 10 yıl içinde en fazla değişikliğe yol açacak teknoloji olduğunu söylüyor. Pek çok farklı alanda, veri toplama araçlarının da artması ile artık insanların bu verileri işlemesi imkansız hale gelmeye başladı. Bu sebeple büyük veri toplama, inceleme ve çıkarımlarda bulunma gibi konularda yapay zekanın yardımına ihtiyacımız var. İhtiyacın karşılanması için pek çok araştırmacı yapay zeka uygulamalarını geliştirmek için çabalıyor. Tüm bu gelişmelerin sonucunda yapay zeka, insanların yaptığı pek çok işi yapabilir konuma gelecek. Bu da değişimin sadece teknolojik değil, toplumsal bir yönü de olacağına işaret ediyor. Çünkü pek çok kişi işini yapay zekalı robotlara kaptıracak.

Şeffaf ve çevreleyen deneyimler

Bu yıl Facebook’un F8 konferansında şirket ‘Kamera Efektleri Platformu’nu tanıttı. Bu platform artırılmış gerçeklik ile sosyal medyayı bir araya getirmeyi amaçlıyor. Bunun üzerine artırılmış gerçekliğin tüketiciler için kullanım alanları göz önünde bulundurulmaya başlandı. Ancak sanal görüntüleri gerçek dünyadaki nesnelerin üzerine yansıtan teknolojinin sadece tüketici ürünleri alanında değil, endüstriyel alanda da çok geniş kullanım alanları bulunabilir. Örneğin çalışanlar bir ürünün montajı için ayrı bir ekrana ya da basılı bir şemaya bakmak yerine yönergeleri direkt ürünün üzerine yansıtarak çalışabilir. Şirketlerin bu tarz uygulamaları göz önünde bulundurup gelecek yıllar için bir artırılmış gerçeklik stratejisi geliştirmesi gerekiyor.

Şeffaf ve çevreleyen deneyimler söz konusu olduğunda teknoloji daima insanlar, şirketler ve ürünler arasında bir şeffaflığı da beraberinde getiriyor. Teknoloji daha uyarlanabilir, bağlamsal ve akıcı hale geldikçe, daha fazla insan merkezli bir hal alacak. Ayrıca artırılmış gerçekliğin yanı sıra şirketlerin dijital çalışma alanları, internete bağlı evler, sanal gerçeklik ve 4 boyutlu baskı gibi alanlara da göz atması gerekli.

Dijital Platformlar

Bitcoin ve Ethereum’un sürekli haberlere konu olmasıyla birlikte blok zinciri teknolojisinin yaygınlaşmasına çok az kaldığı düşünülebilir. Ancak bu alandaki çoğu girişim henüz alfa ya da beta aşamasında. Şirketler hala bu teknolojiyi nasıl kullanabileceğini anlamaya çalışıyor ancak ortada yeterince kanıtlanmış başarılı kullanım yöntemleri olmaması ve Bitcoin’in değerindeki sık dalgalanmalar bu teknolojinin güvenilirliği konusunda endişe yaratıyor. Uzun dönemde ise Gartner bu teknolojinin endüstrileri kökten değiştirebileceğine inanıyor. 

Blok zincirinin ‘izinsiz halka açık cüzdanlar’ ve ‘izinli halka açık cüzdanlar’ olmak üzere iki türü bulunuyor. Şirketlerin izinli cüzdanlara odaklanması öneriliyor. İzinli halka açık cüzdanlar yine erişim kontrolü konusunda belirli kurallara göre çalışsa da bir topluluk oluşturma imkanı da sunuyor. Ticari para aktarımları için ise şirketlerin Bitcoin gibi izinsiz halka açık cüzdanlara yönelmesi gerekiyor. Bu sistem bilinmeyen ya da güvenilmeyen kullanıcıların da cüzdana erişmesine izin veriyor.

Dijital işletmeler artık bireysel iş girişimlerinden ziyade birbiriyle bağlantılı ekosistemler halini aldıkça, teknoloji de ekosistem oluşumuna izin veren platformlara doğru evriliyor. İşletmelerin platform tabanlı iş modellerini nasıl oluşturacağını ve bu hamle için hangi teknolojilere ihtiyaç duyulduğunu öğrenmesi gerekiyor. Bu alanda işe yarayacak diğer teknolojiler: 5G, dijital ikizler, nesnelerin interneti platformları ve kuantum bilgisayarlar.

28 Kasım 2017 Salı

Daha az şeye sahip olarak hayatınızı değiştirmek ve dünyayı kurtarmak için 4 neden

Hayatlarımız inanılmaz derecede karışık. Bu artık ne yazık ki modern toplumun bir gerçeği, çünkü günlük görevlerimiz tek değil ve yapmamız gereken şeyler basitlikten çok uzak. Sabah kalktığımız andan itibaren bir dizi seçenek ve zorlukla karşı karşıya kalıyoruz. Banyo dolabımızı açtığımızda şampuanlar, tıraş jelleri, kremlerden oluşan kalabalığı incelememiz gerekiyor. Öyle bir kültürde yaşıyoruz ki, aynı temel amaca hizmet eden 10 farklı ürüne ihtiyacımız olduğunu düşünmemizi sağlıyor.

Elektronik eşyalar, kıyafetler, arabalar… Her şeyin en iyisini satın almamıza neden olan sahip olma isteği, ihtiyacımız olandan çok fazla ıvır zıvırla dolu bir hayat yaşamamıza neden oluyor. Hayatlarımızı daha iyi yapabilmek için bu eşyaları satın aldığımızı düşünüyoruz, ama aslında o eşyalara sahip olabilmek için yaşıyoruz.

Çok fazla şeye sahip olmak yalnızca fiziksel bir yığılmaya neden olmaz, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir daralmaya da neden olur. Araştırmalar aşırı dağınıklığın odaklanmayı ve bilgiyi işleme becerimizi azalttığını, hatta stres ve kaygı düzeylerimizin artmasına neden olduğunu gösteriyor. Peki, çok fazla şeye sahip olmanın bu olumsuz sonuçlarından nasıl kaçınabiliriz? Daha azıyla yaşayabilmeyi öğrenerek...

Sade bir hayat, eşyalarımızı feda etmek ya da vermek değildir. Tam tersine eşyalarımızın verimliliğini üst düzeye çıkartır ve şişmanlamış yaşamımızı fazla yağlarından kurtarır. Bu, bir şeyi satın almadan önce sahip olma dürtümüze ket vurmak, o ürünün kısa vadeli değerini hesaplamak, “Ona yer açabilmek için ya da sonrasında elden çıkarabilmek için gösterdiğim çabaya değer mi” diye kendimize sormak anlamına geliyor.

Yapmış olduğumuz tercihlerin bizim, hayvanların ve çevre üzerindeki istenmeyen sonuçlarının bilincinde olursak, ister istemez daha az yemeye, daha az eşya kullanmaya ve daha az şeye ihtiyaç duymaya başlarız. AVM’ye bir sonraki gidişinizde “acaba yeni ne var?” diye düşünme dürtüsünden uzak durmak sizin için biraz zor olabilir, ama inanın sade bir yaşamın şaşırtıcı birçok faydasını göreceksiniz.

1-Stresi azaltır 

Kendimize sunduğumuz aşırı seçenekler, onları çok fazla düşünmemize neden oluyor. Sebzeleri doğramak için 8 farklı aletimiz var, işe giderken giyebileceğimiz ekoseli 27 gömleğimiz var. Hangi mayonun ya da takının bizi tam olarak yansıtacağını öğrenmek için çok fazla vakit ve nakit harcıyoruz. Bütün bunlar, umutsuzca sürdürdüğümüz tüketim ve onlar için ödeme yapmak hem bize, hem diğerlerine hem de tüm doğaya stres kaynağı oluyor. Oysa yaşamımız sadeleştikçe, bu beyaz gürültü de azalacaktır.

2-Kendinizin farkına varırsınız

Neye ihtiyacımız olduğuna, sahip olduklarımızla kıyaslayarak karar verirsek kendimizden ve kararlarımızdan daha çok emin oluruz. Kendimize güvenimiz artar, çılgınca tüketimden kaynaklanan hüsranlardan uzak durmuş oluruz. Daha az yeriz. Daha az kullanırız. Daha azına ihtiyacımız varsa, daha az harcarız. Dahası yaşamımızla ilgili bu unsurları sürekli değerlendirip buna göre ayarlamalar yapmamız, başkaları ve gezegenimiz için de biraz alan açmamıza ve daha mutlu, daha temiz bir dünya yaratmamıza hizmet eder.

3-Bizim için de gezegenimiz için de daha az maliyetlidir

Açıkçası yalın bir yaşam, ihtiyacımız olmayan şeylere daha az para harcamak demektir. Bu, çoğumuzun hissettiği ekonomik baskının azalacağı; ayrıca sağlıklı besinler, kaliteli ev eşyaları ve mutlu olmamızı sağlayan kişisel zevklerimiz için daha fazla paramızın kalacağı anlamına geliyor. Ayrıca kaynaklarını tükettiğimiz gezegenimize de daha ucuza mal olmamızı sağlar. Ekonomik yüklerimizin azalması daha stressiz ve mutlu bir yaşamı da tetikleyecektir.

4-Gerçekten nefes alabilmenizi sağlar

Çok dikkat etmiyoruz ama hayatımız tüketici kültürün egemenliği altında. Kişisel yaşantımızı rahatsız edici bir uyuşuklukla geçiriyoruz. Bugün cep telefonunuzu yeni bir mesaj geldi mi diye kaç kez kontrol ettiğinizi düşünün, ya da sosyal medya hesabınızdan diğer insanların neler paylaştığına kaç kez baktığınızı. Gün içerisinde birçok uyarana maruz kaldığımızı ve bunun uyuşukluk olmadığını söyleyebilirsiniz. Aslında o uyaranlar hiç de tatmin edici özellikler taşımıyor. Hiç düşünmeden paylaşıyoruz, retweet ediyoruz ve yorum yazıyoruz. Peki bunun yerine gerçek tecrübelere ve yüz yüze görüşmelere önem verirsek ne olur? Çevremizdeki dünyaya daha çok uyum sağlarız ve eylemlerimizin, sözcüklerimizin diğerlerini nasıl etkilediğini daha iyi gözlemleriz.

Yalın bir yaşam, sahip olduğumuz ve taptığımız şeylerden mahrum olmamız anlamına gelmiyor. Sadece neye ihtiyaçlarımızı, sahip olduklarımızı daha iyi tanımamızı, anlamamızı sağlıyor. Bu bir hesaplaşma meselesi. Bu hesabı yaparken hayatın ve gezegenimizin daha önemli olduğunu unutmamak gerek. Hayatımızı sadeleştirmek, hayatla ve gezegenle bağlarımızı daha da kuvvetlendirir.

18 Kasım 2017 Cumartesi

Tarım ülkesi Türkiye...

TÜİK verilerine göre bir zamanlar tarım ülkesi diye gurur duyarak anlattığımız Türkiye, 153 ülkeden ithalat yapıyor.

2002 yılında 1.6 Milyar Dolar olan tarım ithalatı 2015’te 8.6 Milyar Dolara, bu yıl 12.5 Milyar Dolara yükseldi.

Ne acı değil mi? Anadolu’dan “para kazanamıyorum, niye ekeyim” deyip göç edenlerin çoğunu alışveriş merkezlerinde görüyorum. Ekmedikleri tarlanın parasını geçim yardımı olarak muhtarlıktan alıyorlar nasılsa. Köylerde yoğurdu bile evde yapmayıp plastik kapta bakkaldan almayı “çağdaşlık” sanan tembellikle karşılaşınca üzülüyorum.

Tarım ürünlerindeki fiyat artışına engel olamadığı için ithalata başlayan Türkiye’nin son 15 yıl baz alındığında tarım ithalatı yüzde 600 artış göstermiş. Kooperatifleri kurmadığımız, soyguncu kooperatif başkanlarını gözünün yaşına bakmadan yargıya teslim etmediğimiz sürece Avrupa’nın, Amerika’nın ürettiğine muhtacız. 

Paylaştığım fotoğrafa bakıp Cumhuriyetin o parlak onurlu, gururlu kalkınma günlerini hatırlayarak kendimize gelmemiz gerekiyor.

Gıdayı ithal etmek bu topraklarda hazin bir son. Biz modernleşmeyi yanlış anladık. Bu kabul edilemez. Türkiye’de saman, muz, patates, karpuz, elma, soğan, buğday, pamuk ithal edilirken huzurlu yaşayabilir miyiz?

Sadece yerli ürünü alarak bu durumu değiştirebilirsiniz. Aldığınız her üründe etikete mutlaka bakın, ithalse bırakın. Böylece kendi üreticimizi destekleriz.

2 Kasım 2017 Perşembe

Ne ektiğine dikkat et, sofrana o gelecektir!

Hayatınızda aksi giden bazı şeyler varsa lütfen Avustralya'lı yazar Rhonda Byrne’ın şu sözlerine kulak verin;

“Bir satış görevlisine öfkelenmeniz ile birkaç saat sonra komşunuzdan köpeğinizin havlamasıyla ilgili bir şikayet telefonu almanız arasında bağ olabilir mi?

Ya peki öğle yemeğinde buluştuğunuz arkadaşınızla ortak bir arkadaşınızı çekiştirdikten sonra işyerinde önemli bir müşterinizle sorun yaşamanız arasında bir bağ var mıdır?

Sokakta yere bir şey düşüren bir insana yardım etmek için durmanız ile on dakika sonra market kapısının önünde park yeri bulmanız arasında bir ilgi olabilir mi?

Akşam çocuğunuzun ödevine seve seve yardım etmeniz ile ertesi gün kuyrukları ile ünlü işlem yapmanız gereken bir ofiste, gittiğinizde hiç kuyruk olmaması tesadüf müdür acaba?

Bir arkadaşınıza iyilik etmeniz ile aynı hafta patronunuzun size konser davetiyesi vermesi arasında bağ kurabilir misiniz?”

Ne alakası var bunların birbiri ile demeyin sakın. Sadece bir düşünün bakalım, iyilik yaptığınız, yardımcı olduğunuz anların hemen ardından benzer bir rüzgar sizinde hayatınızda esmedi mi?

“Çekim yasası” diyor Rhonda Byrne buna ama bize okullarda öğretilen çekim yasasından yani artı eksiyi, zıt kutuplar birbirini çekerden çok farklı bir yasa.

Yerküre içinde bu yasa böyle işlese de Byrne'ın bahsettiği evrensel boyutta başka bir çekim yasası. Bu yasaya göre sadece benzerler birbirini çeker yani gerek duygularınız, gerek yaptıklarınız ve gerekse düşüncelerinizle hayatınızın her anında verdiğinizi aynen geri alırsınız. Sevgi mi verdiniz birine, sevgi alırsınız aynen kocaman bir yürekten… Öfke mi dağıttınız etrafa, öfke biranda sarar etrafınızı büyük bir hışımla… Elinizi yardıma uzatırsınız bir bakarsanız bir başka el size yardım için uzanmış...

Eskilerin dediği gibi; “ne ekersek onu biçeriz” biz bir bağ kursak da kurmasak da. Seçim bizlerin...

30 Temmuz 2017 Pazar

Dünya'ya yön verecek 10 Teknoloji

Dünya Ekonomik Forumu önümüzdeki yıllarda Dünya'ya yön verecek 10 gelişmekte olan teknolojik atılımı sıralayan bir makale hazırlamış.

Bugün Dünya'nın gelişimi ekonomik ve sosyal dönüşümlerinin tamamı Bilişim Teknolojilerinin sağladığı verimlilik ve stratejilerindeki gücü ekseninde dönüyor. Çünkü artık "BİLİŞİM SEKTÖRÜ ÜLKELER İÇİN “STRATEJİK SEKTÖR”

Bilişim teknolojileri bugün birçok ülkenin stratejik sektör olarak belirlediği bir alan. Stratejik sektör olarak belirlenen sektörleri iki farklı yönden ele almamız gerekiyor. İlk olarak stratejik sektörlerin ülke içerisine sağladığı katkı. Örneğin; Bilişim teknolojilerinin ülkelerin GSMH’na 1,7 gibi çarpan etkisi var. Bu alanda yapılan 1 TL’lik bir yatırım size 1,7 TL olarak geri dönüyor. Diğer yandan yazılım gibi bir alanda ister KOBİ olsun ister büyük şirketler ya da kamu kurumları iş yapış biçimlerinin tamamen değişmesini daha esnek, daha verimli ve daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlıyor. Konunun ikinci bileşeni ise bilişim teknolojilerinin ihracat potansiyelinin olması ve bu ihracatın sağlayacağı katma değerin ve kar marjlarının daha yüksek olması. Örneğin bir yazılım firması tarafından üretilen bir ürün bugün dünyanın her noktasında kullanılabiliyor. Üretim maliyeti 1 birimken bu sanal bir ortamda milyonlarla hatta milyarlarla ifade edilebiliyor.

Bu yüzden hükümetlerin bugün stratejik alanlarının odağında bilişim teknolojileri yatıyor. Bilişim sektörü sadece yatayda değil dikey sektörlerde de olağanüstü katkılar sağlıyor. Bankacılık ve finans sektörü bunlardan bir tanesidir. Bir banka şubesinin maliyetlerini sadece internet bankacılığı üzerinden işlem yapanlarla orantılarsak bir sistem üzerinden milyonlarca kişinin hizmet aldığını ve bunun fiziki ortamda bir karşılığının olmayacağını görebiliriz.

Türkiye’de de bu alanda son 10 yıl içerisinde yoğun bir hareketlilik yaşıyoruz. Devlet tarafından sağlanan destekler artırıldı. Ancak diğer taraftan bu alandaki markalaşma konusunda eksiklerimiz var. Bilişim ihracatına yönelik destekleri bir yatırım olarak görmeliyiz. Bu yatırımlardan sadece birinden dahi sonuç alınmasının karşılığı dünya örneklerinden yola çıkıldığı takdirde milyarlarca dolarla ifade ediliyor olacaktır.

(Top 10 emerging technologies of 2015 başlığıyla yayınlanan, Dünya'ya yön verecek 10 teknolojinin detaylı içeriğine bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz. Yayın dili ingilizce'dir: http://wef.ch/1AZm1Cm )

28 Temmuz 2017 Cuma

Ülkeler İletişim ve Teknolojiyle Büyüyor

Bugün ulaşımdan eğitime, sağlıktan perakendeye iletişim teknolojileri hayatın her alanında iş yapış biçimlerini tamamen değiştiriyor. Teknolojiye uyum verimi ve bunun sonucunda büyümeyi beraberinde getiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki, dijital erişim 2 katına çıktığında GSMH %6 büyüyor, işsizlik ise %8 düşüyor. Teknolojinin inovasyon, şeffaflık, insani gelişmeye katkısı da rakamlarla kanıtlanmış durumda. Teknoloji dönüşüm ve ilerleme demek. Şirketlerimizi, ekonomimizi, Türkiye’yi daha iyi noktalara taşımak için büyük bir fırsat var önümüzde. Bu nedenle ekonomik, toplumsal ve sosyo-kültürel kalkınma için Bilişim Teknolojileri ülkemizin olmazsa olmazımız olmalıdır. Bu nedenle bir kez daha belirtmek istiyorum ki ekonomisini bilgiye dayandırmayan, bilgi teknolojisi üretmeyen hiçbir ülkenin, 21. yüzyılda, 1. ligde yeri yoktur.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

1982, Time Dergisi Yılın Kişisi "Bilgisayar"

Türkiye 1982'de Askeri Darbe ile Anayasası'nı %92 oy oranıyla kabul ederken, TIME Dergisinin 1982 yılındaki kapağını Yılın kişisi olarak "Bilgisayar" süslüyordu.

ABD’nin 1990’larda dünyanın diğer bölümlerinde yaşanan durgunluğa rağmen büyümeyi başarması, enflasyonu düşürebilmesi ve işsizliği azaltması dikkat çekmiştir. ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan’in bu ivmenin gerekçesi olarak bilişim teknolojilerinin verimlilik üzerinde yarattığı etkiyi özellikle vurgulaması bu alana duyulan ilginin yoğunlaşmasına katkıda bulundu.

Bu yıl 2017'deyiz ve tam 35 yıl önce başta ABD'de olmak üzere dünya çapında Bilim ve Teknoloji'deki önemli atılım ile birlikte gelişmiş ülkelerle aramızdaki giderek artan bilgi, ar-ge ve inovasyon uçurumundan haberiniz var mı?

Ya Bilimsel eğitimi, Teknolojiyi ve Bilişimi kendimize felsefe edinerek kalkınacağız yada bunları yok sayarak yerimizde saymaya mahkum olacağız.

Time Dergisinin 33 yıl önceki kapağının öyküsünü mutlaka okumanızı öneririm. Makale dili ingilizce'dir. (TIME’s Machine of the Year, 33 Years Later) - http://ti.me/Jv4DO8

25 Temmuz 2017 Salı

Kitap okumak ömrü uzatıyor!

ABD’de gerçekleştirilen bir üniversite araştırmasının sonucuna göre kitap okuyan bireylerin daha uzun bir hayat sürdükleri kanıtlanmış. Kitaplar ayrıca empati yeteneğimizi de geliştiriyor...

ABD’de Yale Üniversitesi Toplum Sağlığı Fakültesi’nden Becca R. Levy isimli bilim insanı tarafından Social Science & Medicine Dergisi’nde yayımladıkları bir makaleye göre kitap okumak insan ömrünü uzatıyor. “Sağlık ve Emeklilik” adıyla yürütülen klinik bir çalışmada yaşları 50 ve üzeri olan 3 bin 635 kişi üzerinde 12 yıl boyunca testler yapıldı. Kitap okumayan gençlerle karşılaştırıldığında, her hafta üç buçuk saat kitap okuyan bireylerin ölüm oranlarında yüzde 17’lik bir düşüş gözlenmiş.

Üç buçuk saatten fazla okuyan kişilerde ise ölüm oranlarında yüzde 23’lük bir düşüş gözlemlenmiş. Bununla beraber, 12 yıl süren klinik takip çerçevesinde, kitap okuyan genç bireylerin ömrünün iki yıl daha uzadığı, dergi ve gazete gibi diğer yazılı kaynakları okuyanlarda da kitap okumaya oranla daha az da olsa olumlu etkiler gözlendiği açıklandı. Medical News Today dergisinde yayımlanan bir diğer çalışma ise, kurgusal kitap okumanın insanlarda empati yeteneğini artırdığını gösteriyor.
Ülkemiz de her ne kadar kitap okuma oranı düşük olsada genç arkadaşlarıma mutlaka bol bol kitap okumalarını öneriyorum. Yer, mekan farketmeksizin mutlaka yanınızda bir kitap taşıyın. Okumaya mutlaka fırsatınız olacaktır. 
Bu habere ilişkin araştırma sonuçlarına bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz. (Yayın dili ingilizce'dir: http://bigthink.com/laurie-vazquez/yale-study-people-who-read-live-longer-than-people-who-dont)

24 Temmuz 2017 Pazartesi

İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur

2015 ylında hayatını kaybeden Nobel ödüllü ünlü matematikçi John Forbes Nash'in 2012'de İstanbul'da düzenlenen ve benimde katıldığım bir konferans da şu sözü söylemişti konuşmasında. Nash'a göre, "İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur"

Hayatını kaybettiğine dair haberleri okuduktan sonra bu konferans ile ilgili bir röportaja denk geldim. Bunu paylaşmak istememdeki amaç şu; ülkemizin bilim, teknoloji, inovasyon ve kalkınmaya dönük çalışmalar içerisinde politikalar üretip çalışıyoruz. Ve bunun temelini oluşturan en önemli değer eğitim ve matematik'tir.

Halk onu, hayatından esinlenerek çekilen “A Beautiful Mind” filmiyle tanıdı. Oysa John Forbes Nash Jr, bilim dünyasında zaten bir yıldızdı. Oyun teorisinin mucidi, 1994’te Nobel ödülünü aldı. Bir başka Nobelli bilim insanı olan Roger Myerson’ın tabiriyle,”Hayatımızı tamamen değiştirdi”.

Nash, Türkiye’nin matematikte dünya sıralamasında sondan ikinci olduğunu öğrenince ciddileşiyor “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur.” Büyük dehaya göre böyle bir durumda çocukları hiç okula yollamamak, evde eğitmek bile daha iyi sonuçlar verebilir demişti. Eğitim sistemimizi yenilikçi çağa uygun, bilişim teknolojileri standartlarını yakalamış inovasyon ve ar-ge vizyonuna uygun şekilde düzenleyip ekonomik ve sosyal toplumsal kalkınmamızı bu doğrultuda yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu amaçla bağlantı üzerindeki 2012 yılında kendisiyle yapılan röportajı okumanızı öneriyorum.
http://t24.com.tr/haber/nobelli-matematikci-john-nash-iyi-matematik-bilmeyen-toplumlarda-adalet-yoktur,209127

23 Temmuz 2017 Pazar

Kalkınma ile beşeri sermaye arasındaki ilişki

21. yüzyılın bilgi temelli ekonomik ortamında, ülkelerin rakipleri arasından sıyrılabilmeleri, teknoloji, bilgi sermayesi ve bu unsurların en önemli taşıyıcıları olan beşeri sermayeye yaptığı yatırımlara bağlı. Bugün dünyada yüksek yetenekli beşeri sermaye üzerine yoğun bir rekabet yaşanmaktadır. Ülkeler, okul eğitimi ve yaşam boyu/mesleki eğitim ile ellerindeki işgücünün donanımını artırırken, diğer taraftan yetenekli bireyleri cezbeden yaşam şartları sunarak küresel yetenek havuzundan da daha fazla pay almaya çalışmaktadırlar.

Ülkeler arasında hareket eden – mobil - ve daha iyi iş olanakları ve yaşam şartlarına doğru fırsatları değerlendiren nüfus giderek yükselmektedir: 30 yılda dünyadaki ‘mobil’ nüfus yaklaşık üç katına çıkmış ve 2010 yılı itibariyle 200 milyon kişiyi aşmıştır. Türkiye’nin beşeri sermayesini geliştirme noktasında, küresel ekonomideki gelişme ve yönelimler ve teknolojik gelişmelerin beşeri sermaye üzerindeki etkilerini değerlendirmelidir.

Kalkınma ile beşeri sermaye arasındaki ilişki sosyal, ekonomik ve toplumsal kalkınma açısından büyük bir kilit rol oynuyor. Türkiye için her daim örnek gösterdiğim Güney Kore'nin teknolojik, ekonomik ve başarılı sanayi kalkınma hamlesinin ardındaki sırrının başarısı ekteki bu grafikte yer alıyor.

21 Temmuz 2017 Cuma

Yapay Gündemlere Değil İnovasyona Odaklanmalıyız

Teknolojik gelişmeler dünyamızı kalıcı bir biçimde değiştiriyor, değiştirecek. Dünyadaki ezber bozan ve herkesi şaşırtan değişimlerin temel kaynağı gelmekte olan yeni sanayi devrimidir. Ülkelerin sıralamasını, dünyanın yönetim biçimini değiştirecek olan, küresel ekonomi içinde milli ekonomilerin nasıl yerleşeceğini, üretimin nasıl ve nerede yapılacağını belirleyecek olan yeni sanayi devrimidir. Hiç bir ülkenin bu sürecin dışında kalabilme ihtimali, lüksü yoktur. Ülkesinin geleceğini düşünen hiç kimsenin yeni sanayi devrimi ile ortalığı kasıp kavuracak teknolojik değişime sırtını çevirebilmesi mümkün değildir. Artık yapay gündemlere değil bu ana gündeme odaklanmak zorundayız.

General Motors 1908 yılında kurulmuş bir şirket. Yılda yaklaşık 3 milyon otomobil üretiyor. 37 ülkede üretim yapıyor. Otomobil denince hemen akla gelen Cadillac, Chevrolet, Buick bu şirketin markaları. Tesla ise 2003 yılında kurulmuş bir şirket. Yılda şimdilik yalnızca 86 bin otomobil üretiyor. Tek ülkede Amerika’da üretim yapıyor. Ama otomobil kavramını değiştirdi. Cadillac’ın kaputunu açtığınızda içinde bildiğimiz kocaman bir içten yanmalı motor var. Tesla’nın kaputunu açtığınızdaysa içinde bizim ilk bakışta motora benzetemeyeceğimiz küçücük bir elektrikli bir motor var. Ama 2017 yılında Tesla’nın piyasa değeri, GM’i geçti. Bu alışmadığımız bir durum.

Dolayısıyla sormamız gereken 20. yüzyılın teknolojisini sürdürmek ve bunu taklit etmeye çalışmak mı? Yoksa 21. yüzyılın yükselen teknolojisini şimdiden tahayyül etmeye başlamak mı? Önemli olan bizatihi teknolojinin millileştirilmesi, ülkenin teknolojik dönüşümün dışında kalmamasının sağlanmasıdır. Yüz yıl önce yapılmış olanların taklit edilmesi, günün teknolojik dönüşümünün yakalanması demek olmayacaktır.

İnovasyon, mevcut olana değil, gelecek olana odaklanmak demektir. İnovasyon yarını tahayyül etmek demektir. Türkiye’nin güçlü bir biyoteknoloji, nanoteknoloji, bilgi ve iletişim teknolojileri, dijital dönüşüm gündemine acil ihtiyacı var. Artık inovasyon dedikodusu yapmaktan, inovasyon yapmaya geçmeye odaklanma zamanıdır.

Yeni sanayi devrimini yakalamak üzere bir büyük sıçrayışa hazırlık yapmalı, öncelikle de sektör değil, teknoloji seçmeye odaklanmalıyız. Zira çağımız sektör değil, teknoloji seçme çağıdır. Geleneksel sektörlerin tümünün yeni teknolojilerle, yeniden biçimlendirildiği bir çağın içinde yaşıyoruz. İnovasyon bu manada yarını tahayyül etmek demektir.

1980’de dünyanın ayrılmaz bir parçası değildik. Bugünse artık dünyanın ayrılmaz bir parçası. 80’lerden başlayarak dünyanın bir parçası oldukça zenginleşebileceğimizi gördük. Dışarı açıldıkça, ticaret yaptıkça zenginleştik, büyüdük. Türkiye serbest ticaret ortamından yararlanarak dönüşen bir büyük başarı öyküsüdür. Gümrük Birliği sayesinde orta teknolojili bir sanayi ülkesi olduk. Serbest ticaret, aslında Türkiye’ye çok iyi geldi.

Türkiye dünyanın uyumlu bir parçası oldukça zenginleşmiştir. Dışa açılarak zenginleştiğimizi en yakından hatırlayanlar Anadolu şehirleridir. Anadolu sanayisinin geleceği, dışa açılmanın durmasına değil, sürmesine bağlıdır. Bu nedenle dünyada artan korumacılık eğilimleri bizim gibi ülkeler için son derece zararlıdır. Mücadele edilmelidir.

Esasında Türkiye hala çok değil, az ticaret yapmaktadır. Türkiye’nin ithalat rakamları yüksek değildir, Türkiye’nin ihracat rakamları çok düşüktür. Milli gelirin yüzde 28’i civarındadır. İthalatı nasıl sınırlandırırız yerine, ihracatı nasıl artırırız diye düşünmeye odaklanmalıyız. Dış ticaret açığımız ithal ikamesi ile kontrol edilmez. Edilseydi eskiden zaten bunu yapmış olurduk. Türkiye dış ticarette hep açık vermekte, dış fon girişine muhtaç kalmakta, dışarıdan gelen kaynaklarla işini döndürmektedir. Makro istikrarsızlığın, ekonomideki dur/kalk sürecinin kaynağı budur. İç talebe ve dış kaynağa dayalı büyüme süreci Türkiye’de inovasyona dayalı büyümenin, teknolojik sıçramanın önünü kesmektedir.

16 Temmuz 2017 Pazar

“Artık bu tahta, sana verdiğim tahta değil!”

Baba ve oğul inşaat işleri yaparak geçimlerini sağlarlarmış. Baba inşaat ustası, oğul ise onun kalfasıymış. Görünüşte mutlu bir aile tablosu çizseler de babası oğlundan çok şikayetçiymiş. Oğul durmadan birileriyle kavga ediyor, arkadaşlarının, çevresindekilerin kalbini kırıyor, babası da buna çok üzülüyormuş. Gel zaman git zaman, babası oğlunun bu durumunu düzeltmek için bir şey yapmaya karar vermiş, oğlunu yanına çağırmış ve ona  bir torba çivi ve büyük bir tahta vermiş;

“Al bu bir torba çiviyi ve tahtayı. Senden arkadaşlarınla tartıştığın her sefer tahtaya bir çivi çakmanı istiyorum” demiş.

Oğul, önce biraz şaşırmış ama babasını da kırmak istememiş ve sözünü tutmuş. Tahtaya her kavga ettiği, tartıştığı seferde çivileri çakmaya başlamış ama çakarken düşünmeye de başlamış. Düşündükçe tavrı değişmiş, tavrı değiştikçe, daha az kavga eder olmuş ve her gün tahtaya çaktığı çivi sayısı azalmaya başlamış. Hiç çivi çakmadığı gün gelip çattığında mutlu haberi paylaşmak için koşa koşa babasının yanına gitmiş. Elinde, üstü çivi dolu, çakacak hiç yer kalmamış tahtayı babasına uzatıp; "Bak baba, bugün tahtaya hiç çivi çakmadım" demiş.

Babası; “Tebrik ederim oğlum. O zaman senden şimdi başka bir şey isteyeceğim. Bu günden başlayarak tartışmayıp, kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkart lütfen".

Oğul, kavga etmediği her gün tahtadan bir çivi çıkartmaya başlamış. Günler geçmiş, bir gün gelmiş ki tahtadaki çivilerin hepsi çıkmış ve yine heyecanla babasının yanına gitmiş.  Büyük gururla tahtayı gösterip; "Bak baba, dediğini yaptım, bugün itibarıyla artık hiç çivi kalmadı tahtada"

Babası koskoca, üstü delik deşik tahtayı alıp; “Aferin oğlum, sözümü dinledin, iyi davrandın, arkadaşlarınla iyi geçindin, hiç kimseyle kavga etmedin; ama bu tahtaya şimdi çok ama çok dikkatli bak. Bu tahta artık benim sana verdiğim tahta değil. Üzerinde ne kadar çok delik var değil mi? Arkadaşlarınla  tartışıp, kavga ettiğin zamanlar, dikkat etmezsen kötü kelimeler kullanabilir, kötü davranabilir, kalplerini kırabilirsin. Söylenen her kötü kelime, davranış kalpte bir delik, bir yara bırakır. Sonra pişman olsan da, özür de dilesen o delik orada kalacaktır. Gerçek arkadaş ender bir mücevher gibidir. Kolay kolay elde edilmez. İhtiyaç duyduğun zaman hep yanındadır, yüreklendirir, sıkıntını paylaşır,  yardımcı olur ve o da sana yüreğini açar. Açılan o yüreği asla ama asla kırma, o güzel yürekte sakın iyileşemeyecek iz bırakma!"

Kolay günler geçirmiyoruz, hepimiz için zor ve sıkıntılı zaman ama kolay kolay dost, arkadaş da edinemiyoruz, hele ki maskelerle dolu bu çağda. Hızlıca giren hayatımıza zaten aynı hızda, üstelik bazen ciddi de hasarlar bırakıp, çekip gidiyor. Öyleyse özellikle bugünlerde biraz daha temkinli, biraz daha sabırlı, biraz daha anlayışlı olup, çevremizdekileri kırmasak ve bunu herkes hayatında uygulasa emin olun bu dünya bambaşka bir yer olur, tadına doyulmayacak, sevgi ve saygı dolu hani şu son günlerde iç çekip, hasret ile, özlem ile aradığımız o dünya var ya, işte aynen öyle bir yer olur. Yani aslında olan herşey bizde hayat buluyor ya da kaybolup gidiyor.  Çözüm de, çözümsüzlük de... Biz hangisi ile yola çıkarsak, hangisini rehber edinirsek, yolculuğumuzda o oluyor. Öyle değil mi?

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Bildiklerimizle, zannettiklerimiz arasındaki hassas denge!

Bir bilgeye sormuşlar: "En çok kimi seversiniz?"

"Terzimi severim" diye cevap vermiş bilge.

Soruyu soranlar şaşırmış:

"Aman üstad, çevrenizde size yakın size sevgisini sunan o kadar çok kimse varken neden terziniz? Bilge gülümseyerek yanıt vermiş;

"Evet dostlarım, ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, ölçümü yeniden alır.  Ama diğerleri öyle değil. Bir kez hakkımda karar verdiler mi, ölünceye kadar beni hep o ön yargılarıyla tanır"

Ön yargılar; Düşünmeden, araştırmadan, at gözlükleri ile, kapalı kapılar ardından verilen kararlar ve hayatımızdan çaldıkları. Bildiklerimizle, zannettiklerimiz arasındaki hasas denge! Kah köprüleri yıkan, kah köprüler kuran bir denge. Bakın Einstein insanoğlunun en kötü huyu, çağın en büyük hastalığı bu denge yani ön yargılar için ne diyor;

"İnsanlardaki ön yargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor".
Doğru söylüyor Einstein değil mi? Bizler de kimbilir kaç kez deneyimledik ön yargılarımızın hayatlarımızda kurduğu ve yıktığı köprüleri değil mi? Peki, her derdin olduğu gibi bu hastalığında bir şifası, dermanı yok mudur? İnsanoğlu bu zayıflığını nasıl yenebilecek ne dersiniz?

4 Temmuz 2017 Salı

Ne yükler taşıyoruz sırtımızda...

İki keşiş uzun bir farkındalık yolculuğuna çıkarlar.  Yolda  ilerlerken bir nehrin kıyısında karşıya geçmek için bekleyen genç  bir kadın görürler.

Keşişlerden biri, diğerinin şaşkın bakışlarının  altında genç kadını sırtlayıp, nehrin diğer yanına geçirir, sonra  arkadaşının yanına geri döner gelir ve yola devam ederler. Yaklaşık bir  kilometre sonra, arkadaşının davranışına anlam veremeyen diğer keşiş  dayanamayıp, sorar;

“Bu yolculuğumuz çok özel bir yolculuk. Hiç  ara vermeden, kimse ile konuşmadan, kendi iç benliğimizle buluşup  tamamlamamız gerekirken sen bir kadını aldın nehrin öbür kenarına  taşıdın, hem zaman kaybettik, hem de kuralları ihlal ettik. Nasıl böyle  bir şey yapabildin?”

Diğer keşiş sakinliğini bozmadan cevap verir:

“Ben o genç kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen hala taşıyor musun?...”

Hayatın  keyfini çıkaran, sanki hiç sorunu yokmuş gibi gözüken kimselerle  karşılaştığımızda hemen şu soru belirir kafamızda; "Onlar mı çok şanslı,  yoksa ben mi çok şanssızım...!"

11 Nisan 2017 Salı

Sende olan hazineyi sana nasıl verebilirim ki!

Adamın biri ormanda yürüyüşe çıkar. Adım adım ilerlerken yerde parlayan sihirli bir lamba bulur ve ovalamaya başlar. Kısa bir süre sonra içinden kocaman bir cin belirir ve adama üç dilek hakkı olduğunu söyler. Adam heyecanlanır ama sonra düşünmeye başlar; ne çok şey vardır aslında yapmak istedikleri listesinde. “Bu koskoca listeden 3 tanesini nasıl seçebilirim ki hepsi istediğim şeyler” der kendi kendine. Ve sonunda hepsi için tek dilek dilemeye karar verir;

-“Hayatta her istediğimi yapabilme, düşündüğüm her şeyi gerçekleştirebilme gücü istiyorum ve bu gücün hiç bitmemesini istiyorum.” Cin bir an duraksar ve gülümseyerek adama;

-”Zaten sizde olan bir gücü size veremem ki! Başka bir dileğiniz var mı?” diye sorar...

Araştırmalar, sorular,sorgular... Mutlu olabilmenin, her şeyi yapabilmenin yolunu herkes arıyor da kimse kendine bakmayı düşünmüyor. Aslında hayatın tüm güzel kapılarını aralayacak anahtar bizde saklı değil mi? Dilek dilesek dahi tıpkı biraz evvelki hikayede de olduğu gibi yanıtı da belli değil mi; “zaten bizde olan bize birdaha niye verilsin!”

Yapmamız gereken bizim kendi hazinemizi ve değerimizi fark etmemiz. Dilesek dahi tıpkı biraz evvelki hikayede olduğu gibi yanıtı da belli “zaten bizde olan bize bir daha niye verilsin” Yapmamız gereken onu, içimizdeki hazineyi, fark etmemiz ve kapalı kapılarını açmamız. Dolayısıyla belki de dileklerimizde “beni bende keşfetmeyi, güzelliğimi, değerimi, AŞK dolu yüreğimi fark etmeyi diliyorum” dememiz gerekir, öyle değil mi?

20 Ocak 2017 Cuma

Biri çamuru gördü, diğeri yıldızları. Peki ya siz?

Savaş sırasında kocam New Mexiko’daki Mojave çölüne gönderilmişti. O, çölde tatbikata katılırken yanında olabilmek için bende çölün yolunu tuttum. Kendimi cehennemin kucağına atmıştım. Ortalık yanıyordu. Küçük bir kulübede oturuyordum ve yanında olmak için tehlikeye atılarak geldiğim kocamı unutmuş, can derdine düşmüştüm. Etrafımdaki Meksikalılar ve yerliler tek kelime ingilizce bilmediğinden kimseyle konuşamıyordum. Sıcak rüzgar bir taraftan beynimi kavuruyor, diğer taraftan yediğim yemeği de, ağzımı burnumu da kumla dolduruyordu.

Canıma yetmişti. Kağıda kaleme sarılıp babama bir mektup yazdım.

“Gelin beni buradan alın” dedim. “Burada yaşamaktansa hapishanede yaşamayı tercih ederim.”

Babamın koşa koşa yanıma gelmesini, beni alıp götürmesini beklerken mektubu geldi. Sadece iki satır yazmıştı;

"Sevgili kızım Thelma,
 İki adam hapishane penceresinden baktı; biri çamuru, diğeri yıldızları gördü.
 Seni seven baban." 

Bu iki satırı okuyunca utancımdan kıpkırmızı kesildim. Ben şimdiye kadar burada hep çamuru görmüştüm. Halbuki gece gökyüzüne serpilmiş, pırıl pırıl parlayan yıldızlar da vardı. Belli ki ben seçimimi yanlış yapmıştım, evet bir seçim yapma şansım vardı. Ve tercihimi yeniden yaptım; artık yıldızlara bakacaktım...

Daha önce sadece göz temasım olan yerlilerle dost oldum. Kilimlerine, çanak ve çömleklerine olan hayranlığımı belirttim.

Turistlere para ile vermeye yanaşmadıkları kıymetli eşyalarından bana hediyeler verdiler. Kaktüsleri, vukka ve erguvan ağaçlarını inceledim. Kır köpeklerini tanıdım. Çöl gurubunu seyrettim. Çöl, yüzlerce yıl önce deniz dibi olduğundan kumun içinde deniz hayvanlarının kabuklarını aradım.

Ne değişmişti de, dün nefret ettiğim çöle ben bugün böylesi heyecanla bağlanmıştım. Çöl mü değişmişti? Hayır. O yine kavuruyordu. Yerliler mi değişmişti? Hayır. Onlar yine ingilizce bilmiyorlardı.  Sadece ben değişmiştim. Pencereden kafamı uzatmış ve yıldızları görmüştüm…

Şu an siz de bulunduğunuz durumdan memnun değilseniz Thelma Thompson’ın bu yazısını lütfen bir kez daha okuyun ve pencereden dışarıya tekrar bakın. Bakalım bu sefer daha önce görmediğiniz kimbilir ne yıldızlar, ne güzellikler size göz kırpacak. Ama unutmayın, sadece onları görmek için bakın. Zira o güzellikler kendini görmek isteyenlere gösterir. Tıpkı beden dili ve kişisel gelişim uzmanı Judi James'in şu sözündeki gibi; ”Mutlu olduğunuz zamanlarda bütün dünyanın çok daha güzel göründüğünü hiç hissettiniz mi? Oysa sizin bakış açınız dışında gerçekte hiçbir şey değişmemiştir…”

12 Ocak 2017 Perşembe

Empati için söze ne gerek, onca yol varken...

İletişim, karşısındaki ile empati kurabilmek insanın hem ihtiyacı, hem de aslında yaşam kaynağı. Duygularımızla hep birbirimizi besliyoruz an ve an, bazen pozitif, bazen de negatif yansımalarla ama bu duygu alışverişi, duygu transferi hiç bitmiyor. Üstelik duygu boyutundan çıkıp başka boyutlara da taşınabiliyor.

Bu bazen bir gülüş olabiliyor, bazen bir dokunuş veya bir söz... Bilimsel bir araştırmada, ağlayan bir bebeğin sesi kaydedilip mutlu olduğu anda kendisine dinletiliyor. Bebek, kendi ağlama sesine hiç tepki göstermiyor. Fakat ağlayan başka bir bebeğin sesi dinletildiğinde bebek mutluluk modundan çıkıp anında ağlamaya başlıyor. İşte bir alışveriş; sadece ses ile... Hollanda Utrecht Üniversitesi'nde gerçekleştirilen bir başka araştırmada ise sadece yüzdeki mimiklere bakarak değil, koklayarak da bazı duyguların kişiler arasına transfer olabileceği ispatlanmış. Örneğin korku filmi seyreden insanların gömlekleri başkalarına koklatıldığında o kişilerde de korku duygusu belirmiş. Ve bir başka alışveriş; koku ile...

İster birbirimiz tanıyalım, ister tanımayalım; İletişim, empati, alışveriş, transfer hiç ama hiç bitmiyor. Mesela sizin de çevrenizde vardır elbet; size dokunduğunda kendinizi çok daha rahatlamış hissettiğiniz dostlarınız, tanıdıklarınız. Canınız sıkıldığında, sorununuz olduğunda yanınızda olmasını çok istediğiniz, konuşmasanızda sadece birarada olacağınız, varlığı ile size sevgisini, şevkatini verebilecek dostlar. Veya mutsuz bir şekilde bindiğiniz metroda hemen karşı koltuğunuzda oturan yaşlı teyzenin size bakıp selam vermesi, gülümsemesi...

Nasıl bir tatlı ana şefkati gibi gelir, nasıl güzel, nasıl de mutlu kılar içimizi öyle değil mi? Ya da tam tersi siz keyfiniz yerinde iken girdiğiniz markette bir adamın sepetine kızgın bir şekilde ürünleri koyup, kaba tavırlarla ilerlemesi nasılda o mutlu enerjinizi aşağı çeker… Hepimiz an ve an bu transferi yapıyoruz; çevremizdekileri bu transferlerimizle ya besliyor, pozitif kılabiliyor veya darmaduman edebiliyoruz.

8 Ocak 2017 Pazar

Hukuk ve Eğitim Sistemimizi Yeniden İnşa Etmeliyiz

Ekonomideki sıkıntıların büyüdüğünü ve mevcut yapının büyüme temposunu istediğimiz ölçüde yükseltemediğini görüyoruz.

7 Ocak 2017 Cumartesi

İnsan bir hayal aleminde, hayal alemi bir hikayenin içinde...

Çek yazar Franz Kafka’nın son büyük eserini kimin için yazdığını biliyor muydunuz? Oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızın yüzünü güldürmek, onu yeniden hayata bağlamak için...

Hayatının son yıllarını Berlin’de geçiren yazar Franz Kafka, her akşamüstü parkta gezintiye çıkarmış. Bir gün oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan küçük bir kız görmüş ve teselli etmek için ona bebeğinin seyahate çıktığını söylemiş. Buna pek inanmayan kız, “Sen nereden biliyorsun?” diye sorunca. “Eh, çünkü ara sıra bana mektup yazıyor da ondan” diye cevap vermiş yazar.  Yüreği buruk küçük kızın bu cevaptan da mutlu olmadığını fark edince, Kafka vakit yitirmeden eve koşup bir mektup yazmaya başlamış.

Bebeğin niçin seyahate çıktığına dair güzel ve ikna edici bir yalan uydurabilirse, küçük kızın acısını hafifletebileceğini düşünüyormuş. Uzun bir süre mektup serisini nasıl kurgulayacağını düşünmüş ve sonunda aradığı güzel yalanı bulmuş. Meğer küçük kızın kaybettiği bebek tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış, artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek istiyormuş. Bir gün dönecekmiş elbette ama o zamana kadar da çok sevdiği küçük kıza her gün bir mektup yazıp hayatında olup bitenleri anlatacakmış. Kafka; aksatmadan her gün parka gidip kıza yeni mektuplar okuyor, bebeğin büyüyüp okula gitmesini, yeni insanlarla tanışmasını anlatıyormuş. Amacı küçük kızı, bebeğin hayatından tamamen çıkacağı âna hazırlamakmış.

Sonuncu mektupta bebeği evlendirmiş, hatta ona gayet şenlikli bir düğün merasimi tasarlamış. Franz Kafka ile küçük kızın birkaç ay süren ve kimilerinin rivayet olabileceğinden şüphelendiği arkadaşlığı çok daha sonra Alman yazar Gerd Schneider tarafından Kafka’nın Bebeği ve Paul Auster’ın Brooklyn Çılgınlıkları adlı romanında da yer alıyor. Ve Auster bu halen gerçek olup, olmadığı bilinmeyen küçük kız ile Kafka’nın karşılaşmasını şöyle tamamlıyor; “Küçük kız, yazı sayesinde sayesinde bebeğini özlemekten, aramaktan vazgeçmişti. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermişti ona. Bir hikayesi vardı artık. İnsan bir hayal aleminde, bir hikayenin içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa eğer, gerçek dünyanın acıları sona erer.

Hikaye devam ettiği sürece gerçek yoktur.” Hayatın kendisi de zaten okuyana bitmez tükenmez, sonu tahmin edilemez, kâh inişli, kâh çıkışlı, kocaman bir roman değil mi? Sahi; siz romanınızın hangi bölümündesiniz ve başkalarının romanında acaba hangi satırdasınız?

Önerilen Popüler Yazılar